30 Ocak 2016 Cumartesi

Bir Balık Çölde Nasıl Hayatta Kalabilir?


Bir Balık Çölde Nasıl Hayatta Kalabilir?
Çöl dişlisazanı, ısının yıkımından korunmak için evrim geçirmiş. Ancak çare olarak bulduğu oksijensiz dönemlerin de sakıncaları var.
Susuzlukla özdeşleşmiş bir coğrafyada bir balık nasıl hayatta kalabiliyor?


Asla bir çöl dişlisazanına karşı nefes tutma yarışına girişmeyin. Kaliforniya’nın Ölüm Vadisi yakınlarındaki sıcak kaynak sularında yaşayan minik yüzücü, bu yıl yayımlanacak yeni bir araştırmaya göre beş saat boyunca oksijensiz yaşıyor. Geçtiğimiz hafta düzenlenen Amerikan Fizyoloji Derneği Deneysel Biyoloji Toplantısı’na katılan araştırmacılar, bu olağanüstü becerinin çöl türünün çevredeki hızlı değişime karşın varlığını sürdürmesini sağlayan bir uyum yöntemi olduğunu belirttiler.

Sıcak Kavururken Las Vegas’taki Nevada Üniversitesi’nden Frank van Breukelen ve Stanley Hillyard, kritik tehlike altındaki çöl dişlisazanının son 10 bin yıldan nasıl sağ çıktığını anlamak istemişler. Bir zamanlar serin ve büyük bir göl olan yaşam alanları, görece kısa sayılabilecek bu süre içinde 35°C’lik bir dizi küçük havuza dönüşmüş.
Bu balıkların evrim öyküsüne bakınca, “çok da uzun olmayan bir süre önce daha serin ortamlarda yaşadıkları anlaşılıyor,” diyor van Breukelen. Ortamın sıcaklaşması sadece kötü bir talih: “Bazen hayvanlar da kötü semtlerde yaşayabiliyor,” diyor.

Bilim insanlarına göre balık bu değişime, ürediği sığ ve sıcak sahanlık alanlarda daha az zaman harcamak gibi davranış değişiklikleriyle cevap vermiş. Yavrulamaya daha az zaman ayırmak türlerin gelişimine destek olmuyor elbette. Doğal ortam kaybı ve yerel olmayan türlerle yarıştan büyük zarar gören çöl dişlisazanı açısından bu durum ciddi bir endişe kaynağı.

Kuralları Değiştirmek

Balığın, psikolojik esneklik sayesinde kurtulduğunu söylüyor van Breukelen. Esneklik örnekleri arasında, çevre koşullarına bağlı olarak kış uykusuna yatıp yatmayan hayvanları ya da toprak kurbağası iribaşı gibi hepsinin sağ kalması için yeterli kaynak olmadığında kardeşlerini yiyen hayvanları saymak mümkün. Bu uygulama, durumun gereklerine göre esneklik göstermek anlamına geliyor. Araştırmacılara göre, çöl dişlisazanının durumunda esneklik, nefes almada, daha doğrusu nefes almamada kendini gösteriyor. 

Nefesle alınan oksijeni parçalamak, enerji ortaya çıkarmak için çok elverişli bir yol. Ancak yüksek ısılı bir ortam söz konusu olduğunda bu işlem balık için tehlikeli olabiliyor. Çünkü çok fazla miktarda serbest radikal ortaya çıkarıyor. Kimyasal olarak reaktif moleküller olan serbest radikaller, proteine, hücre zarına ve DNA’ya zarar veriyor. 

Çöl dişlisazanı bu zararı, oksijenli (aerobik) solunum ile oksijensiz (anaerobik) solunumu aralıklarla birbirinin yerine geçirerek en aza indirgiyor. Bazen beş saatlik dönemler boyunca oksijensiz kalabiliyor. (Anaerobik solunum insanlar tarafından, yoğun egzersiz sırasında oksijen kaslara erişme hızından daha hızlı tüketildiğinde kullanılıyor.) 

Bu dönemlerde balık etanol üretiyor ve bunu bir damla oksijen dahi olmadan enerjiye dönüştürüyor. Araştırmacılar bu işlemin çöl dişlisazanının aşırı sert koşullara sahip bir ortamda yaşamaya devam etmesinin nedeni olduğunu düşünüyor. 

Kötünün İyisi

Ancak bu basit bir ikame işlemi değil. Araştırmacılar çöl dişlisazanı metabolizmasının, oksijensiz dönemlerde oksijen olduğu zamanlara kıyasla 15 kat daha hızlı enerji üretmek zorunda kaldığını keşfetmişler. 

“Bazen organizmalar kötünün iyisini seçmek zorunda kalıyor ama bu da alternatifin iyi bir seçenek olduğu anlamına gelmiyor,” diyor van Breukelen. “Bu işlemin balığı çok zorladığını düşünüyoruz.” Oksijensiz solunum hücresel zararı azaltıyor, ama balığın yaşam süresinin görece kısa olmasından sorumlu olabilir. 

Ancak hızlı değişen iklim, çöl dişlisazanını hiç yoktan iyidir tarzı bu çareye başvurmak zorunda bırakmış gibi duruyor. 

Kısa yaşam sürecine rağmen bu küçük balığın etkileyici yetileri olduğunu söylüyor van Breukelen. “Bazen balığın bu ‘paradoksal anaerobizmi’ kullanarak yüzdüğünü görüyoruz. Oksijen olmadan hızla yüzmeye çalıştığınızı düşünün! Çılgınca bir şey.”
kaynak:nat geo

Jennifer S. Holland
Joel Sartore, National Geographic Creative

Evrim Hakkında Birkaç Şey



Evrim Hakkında Birkaç Şey
Australopithecus afarensise (Lucy) ait bir omurganın bir modeli, modern insana ve şempanzenin gölgelerinin yanında yerini almış
Yeni bulunan Homo naledi fosilleri evrimi tekrar gündeme taşıdı. Konuşmaları bir zemine oturtabilmek için insan evrimiyle ilgili temel soruları derledik.

Aile ağacımızın en yeni üyesi Homo naledi'nin keşfi, insan evrimini tekrar bahis konusu yaptı. Konunun özüne dair bazı soruların unutulmuş olabilecek cevaplarını tekrar hatırlıyoruz.

Bilim insanları evrimin gerçekleştiğinden neden emin?

Birkaç nedenden ötürü. Genetik dizilememizin neredeyse yüzde 99'unu şempanzeler ve bonobolarla paylaşıyoruz. Bu da çok güçlü bir şekilde ortak bir atadan geldiğimiz anlamına geliyor. Ayrıca türümüzün önce diğer büyük maymunlardan, sonra da şempanzeler ve bonobolardan ayrıldıktan sonra zaman içinde git gide daha fazla insana benzeyen türlerin varlığını gösteren binlerce fosil bulundu.

Biyologlar diğer bazı türlerin hem laboratuvarda, hem de doğal ortamda evrim geçirdiğine ise bizzat tanık oldu. Antibiyotiğe dayanıklı mikroplar da evrimin bir çeşidi. Hayvan üreticileri de evrime sürekli müdahale ediyor: Tümünün soyu kurtlara dayanan ve birbirinden inanılmaz derecede farklı olan köpek türleri bunun bir örneği.

Peki evrim nasıl işliyor?

Bizim ve birkaç virüs hariç dünyadaki tüm organizmaların genlerini oluşturan DNA rastgele bir mutasyona uğruyor. Arada sırada bu mutasyonlardan bazıları, hayvanın kürkünün rengi veya belirgin bir davranış değişikliği gibi önemli özelliklerin değişmesine yol açıyor. Hayvan üreticileri, hayvanlarının sahip olmasını istedikleri özelliklere sahip bireyleri seçip üretiyorlar – buna yapay seçilim adı veriliyor. Doğada ise seçilim hayvanın çevresindeki faktörler ve karşı cins tarafından yapılıyor. Buna da doğal seçilim adı veriliyor.

Örneğin eğer bir hayvan avcılardan daha iyi saklanıp korunmasını sağlayacak bir kürk rengiyle doğarsa daha uzun yaşayabiliyor ve daha çok yavru sahibi olabiliyor. Eğer daha uzun bir kur yapma seansı eşlerine daha çekici geliyorsa bu da daha çok üremesini sağlayabiliyor. Benzer kullanışlı mutasyonlar zamanla nüfus içinde yayılıyor ve türün görünümünü değiştiriyor. Yeterli zaman geçtikten sonra bu durum yeni bir türün oluşmasını bile sağlayabiliyor.


Yukarıda görülen ve iki milyon yıl önce rastlanmaya başlayan üç Homo türü, insanın meydana çıkışında doğrusal bir çizgi olmadığını destekleyen bir bakış açısı sunuyordu. Homo naledi'nin aynı anda hem primitif, hem de gelişmiş özellikleri olması da bunu destekliyor. [Canlandırmalar: John Gurche]
İnsan evrimindeki belli başlı dönüm noktaları hangileri?
İnsan soyu en az 7, en fazla 13 milyon yıl önce maymunlardan ayrıldı. Kesin olarak soyumuza ait olan ve dik yürüyen en eski tür australopithecinler oldu. Australopithecinlerin en ünlüsü Lucy'nin de türü olan Autralopithecus afarensisti (Lucy'nin 3,2 milyon yaşında olduğu düşünülüyor). Bizim cinsimize ait bilinen en eski fosil 2,8 milyon yıl öncesine uzanıyor (söz konusu fosil de bu yıl bulunmuştu). Fakat bulunan en eski taş aletlerse 3,3 milyon yıl yaşında. Yani bu aletler ya Lucy gibi australopithecinlere ait, ya da bilim insanları onları yapan ilk Homoları henüz bulamadı. Tıpkı australopithecin'ler gibi, Homo erectus ve Homo habilis gibi ilk homo türleri de iki ayak üzerinde yürüyordu.

Atalarımızın ateşi ne zaman kontrol aldığına dair tartışmalar ise devam ediyor. Tahminler 800 bin yıl ila 1 milyon 800 bin yıl öncesi arasında değişiyor. Bir teoriye göre yemek pişirmeyi keşfetmemiz etten daha fazla enerji elde etmemizi, bunun sonucunda da insan beyninin evriminin hızlanmasını sağladı. Büyük beyinler ve becerikli eller de, karmaşık diller, sanat ve tarım gibi son 100 bin yıl içinde gerçekleşen ve insanların ayrışmasına yol açan birtakım gelişmelerin ön şartıydı.

Bütün bunlar nerede gerçekleşti? Ve nerede gerçekleştiği neden önemli?

Hem fosillere dayanan, hem de genetik kanıtlar, görece olarak yakın dönemlere kadar insan evriminin Afrika'da gerçekleştiğini gösteriyor. Homo cinsinin önce Afrika'nın güneyinde mi, yoksa doğu bölgelerinde mi ortaya çıktığı ise gizemini koruyor. Türümüzün nerede evrildiğini bilmek önemli çünkü uyum sağladığı çevre, bugün hâlâ bize eşlik eden yapının şekillenmesini sağladı. Nereden geldiğimizi bilmemiz, nerede olduğumuzu anlamamız açısından önem teşkil ediyor.

Aynı şekilde hem fosillere, hem de genetik bulgulara dayanan kanıtlara göre günümüzden 60 bin yıl önce modern insan Afrika'dan çıkarak tüm dünyaya yayılmaya başladı. Genetik kanıta göre de Afrika'dan çıkar çıkmaz bir ölçüde Neandertallerle ve gizemli Denisovalarla melezlendi. Bugün Homo sapiens dünyadaki tek insan türü, fakat bu yalnızca 30 bin yıldır böyle.

Bilim insanları neden maymunlarla bizim aramızdaki "kayıp parçayı" bulamadı?

Çünkü öyle bir parça yok. Şempanzeler (ve diğer maymunlar) evrim geçirip insan olmadı. Her iki tür de ortak bir atadan geldi ve farklı yollara gitti. Buradaki asıl soru, hem şempanzelere, hem de insanlara evrilen son ortak atamız kimdi? Bu sorunun cevabını henüz bilmiyoruz.

Hem bizim, hem de diğer maymunların geçirdiği evrim sona mı erdi?

Kesinlikle hayır. İnsanlar evrilmeye devam ediyor, fakat günümüzde evrime biyolojimiz kadar kültürümüz ve teknolojimiz de yön veriyor. Diğer maymun ve hayvan türleri de evrimlerine devam ediyor; özellikle yaşam alanlarının insanların elinde muazzam değişimler geçirdiği bu dönemlerde.
kaynak:nat geo 
 
Nadia Drake
Kenneth Garrett

Işığı Görmek


Işığı Görmek
Küba kaya iguanasının (Cyclura nubila nubila) gözü evrimin temel gerçeğine bir pencere açıyor: Oluşum, gereksinimin ardından geliyor. Bu gündüzcül hayvanın retinasındaki dört tip koni hücresi gündüz saatlerinde mükemmel bir renk görüşü sağlıyor. Sürüngenin kafasının üstünde yer alan daha basit yapıdaki üçüncü göz ise ışığı algılıyor ve vücut ısısının ayarlanmasına yardımcı oluyor.
Göz, doğanın en zarif tasarımlarından biri olabilir.
"Birine hayvanlarda gözün ne işe yaradığını sorarsanız, alacağınız yanıt bellidir: İnsan gözü ile aynı işe yarar. Ama bu doğru değil. Hem de hiç doğru değil."

Dan–Eric Nilsson İsveç’te, Lund Üniversitesi’ndeki laboratuvarında kutu denizanasının gözlerini inceliyor. Nilsson’ın gözleri, ki kendisinin iki gözü var, buz mavisi ve doğruca ön tarafa bakıyor. Kutu denizanasının ise tam 24 adet gözü var; rhopalia adı verilen dört ana kümeye ayrılmış bu gözler koyu kahverengi. Nilsson bana ofisinde söz konusu gözlerin bir modelini gösteriyor. Tümörlerle kaplı bir golf topu gibi görünüyor. Esnek bir sap, gözleri denizanasına bağlıyor.


Yassı solucanların (Dugesia dorotocephala) kafasındaki siyah noktalar gerçek gözlerin en basit formunu temsil ediyor: ışığın hangi yönden geldiğini algılayan ama ışığı odaklayacak lenslerden yoksun, basit çukurlar.
Nilsson, “İlk gördüğümde, gözlerime inanamadım,” diyor. “O kadar tuhaf görünüyorlar ki.”

Her bir rhopaliumda bulunan altı gözün dördü, ışığı algılayan basit yarıklar ve çukurlardan ibaret. Ama diğer ikisi şaşırtıcı ölçüde karmaşık; aynen Nilsson’ın gözleri gibi onların da ışığa odaklanan lensleri var ve daha düşük çözünürlükte de olsa etrafı görebiliyorlar.

Nilsson kendi gözlerini, diğer birçok şeyin yanı sıra, hayvanlardaki görme yetisinin çeşitliliği hakkında bilgiler toplamak için kullanıyor. Peki ya kutu denizanası? Jelatini andıran, nabız gibi atan ve dört tane yakıcı dokunaç demetine bağlı bu yumuşak yumru, doğadaki en basit canlılardan biri. Doğru düzgün bir beyni bile yok –yalnızca çan bölgesini çevreleyen bir nöron halkası var. Böylesi bir canlının hangi bilgiye gereksinimi olabilir ki?


Bu kutu denizanası (Tripedalia cystophora) yalnızca 10 mm uzunluğunda ama yine de dört rhopaliada toplanmış 24 göze sahip. Her bir rhopaliumdaki (solda) altışar gözün dördü basit fotoreseptörler, ama diğer ikisinin ışığı odaklayan lensleri var. Statolit adı verilen ağırlıklar üstteki lensli gözün sürekli yukarı bakarak, yiyecek ve barınak anlamına gelen mangrov kubbeleri aramasını sağlıyor.
2007 yılında Nilsson ve ekibi kutu denizanasının (Tripedalia cystophora), aralarında yüzdüğü mangrov kökleri gibi engelleri ayırt etmek için alttaki lensli gözleri kullandığını ortaya çıkardı. Üstteki lensli gözlerin ne işe yaradığını anlamaları için ise dört yıl daha çabalamaları gerekti. Ellerindeki ilk önemli ipucu, her bir rhopaliumun altında bulunan –denizanası baş aşağı yüzüyor olsa dahi– üst gözlerin her zaman yukarıya bakmasını sağlayan ağırlıktı. Üst göz karanlık bölgeleri algıladığında denizanası yemek için küçük kabuklular bulabileceği bir mangrov örtüsünün altında yüzdüğünü anlıyor. Yalnızca parlak ışık görüyor olması ise ona, açık sulara sapmış ve aç kalma riskiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Bu beyinsiz yumru, gözlerinin yardımıyla yiyecek bulabiliyor, engellerden sakınıyor ve hayatta kalıyor.

Kutu denizanasının gözleri hayvanlar âleminde rastlanan sonsuz göz çeşitliliğinin bir parçası. Bazıları yalnızca siyah–beyaz görürken diğerleri gökkuşağının tüm renklerini ve hatta ötesini, bizim göremediğimiz ışık formlarını algılıyor. Bazıları ışığın hangi yönden geldiğini dahi ölçemezken, diğerleri kilometrelerce ötedeki avı fark edebiliyor. Yabanarısının (Gonatocerus ashmeadi) kafasını süsleyen, hayvanlar âlemindeki en küçük gözler neredeyse amip kadar. Dev mürekkepbalığı türlerinde bulunan, hayvanlar âleminin en büyük gözleri ise servis tabağı büyüklüğünde. Mürekkepbalığının gözleri de bizimkilere benzer şekilde, bir kamera gibi çalışıyor; gözde bulunan tek lens, ışığı fotoreseptörlerle –fotonları soğurup, enerjilerini elektriksel sinyale dönüştüren hücreler– kaplı bir retinanın üzerine odaklıyor. Buna karşın, sineğin her birinde ayrı lens ve fotoreseptörler bulunan birleşik gözleri, gelen ışığı binlerce farklı bölüme ayrıştırıyor. İnsan, sinek ve mürekkepbalığı gözleri, sahiplerinin kafasına çiftler halinde yerleşmiş. Ama deniztarağınınki manto örtüsü boyunca sıralanıyor, denizyıldızlarınınki kollarının uçlarında bulunuyor ve mor denizkestanesinin tüm vücudu büyük bir göz gibi davranıyor. Doğada çift odaklı lensleri olan, ışığı ayna gibi yansıtan veya aynı anda yukarı, aşağı ve yanlara bakabilen gözler de var.


Birleşik gözler, 500 milyon yıl öncesinde yaşanan Kambriyen dönemde büyük bir hızla evrimleşti. Avustralya’da bulunan ve bir eklembacaklıya ait olan 3 bin lense sahip bu göz (sağda) loş ışıkta dahi görebiliyordu. Eric–Dan Nilsson, “O dönemden bu yana yaşanan değişimlerin azlığı hayret verici,” diyor. Nitekim günümüz karasinek türlerinden biri de (Sarcophaga crassipalpis, altta) dünyayı binlerce lensle görüyor.

Böylesi bir çeşitlilik bir anlamda kafa karıştırıcı. Tüm gözler ışığı algılayabiliyor; ışık ise öngörülebilir şekilde davranıyor. Ama kullanım alanları saymakla bitmiyor. Işık günün saatini, suyun derinliğini, gölgenin varlığını açığa çıkarıyor. Düşmanlar, eşler ve sığınaklardan yansıyarak onları aydınlatıyor. Kutu denizanası, ışığı güvenli yerler bulmak için kullanıyor. Siz gözlerinizi çevreyi gözlemlemek, yüz ifadelerini yorumlamak ve bu satırları okumak için kullanıyorsunuz.

Gözlerin üstlendiği görevlerin çeşitliliği, yalnızca doğanın yaratıcılığıyla sınırlı. Onlar, fiziğin değişmezliği ile biyolojinin karmaşasının çakıştığı noktayı temsil ediyorlar. Bilim insanlarının, gözlerin nasıl evrildiğini anlayabilmek için göz yapılarını incelemekten öteye geçmesi, yani Nilsson’ın denizanasıyla yaptığı gibi, hayvanların gözlerini nasıl kullandıklarını anlaması gerekiyor.

Modern hayvan gruplarının pek çoğunun ataları yaklaşık 540 milyon yıl önce Kambriyen patlaması olarak bilinen ani çeşitlenme döneminde sahneye çıktı. Bu öncü yaratıkların birçoğu arkalarında fosiller bıraktı. Söz konusu fosillerin bazıları günümüze o kadar iyi korunmuş halde ulaştı ki, bu sayede uzmanlar fosilleşmiş hayvanların elektron mikroskobu görüntülerini birleştirerek –gözler dahil– anatomilerini ve dünyayı nasıl gördüklerini anlayabilir oldu.
David Liittschwager
YASSI SOLUCAN (Dugesia dorotocephala) Yassı solucan gözleri ışığın yönünü tayin edebilen fotoreseptör hücrelerin oluşturduğu küçük çanaklardan oluşuyor. Solucanlar kendilerine uygun –güneşten uzakta– bir yaşam alanı bulabilmek için buna gereksinim duyuyor.
David Liittschwager
Köln Üniversitesi’nden Brigitte Schoenemann, “Öylesine şaşırtıcı ki,” diyor, “gözlerin kaç tane foton yakalayabildiklerini bile hesaplayabiliyoruz.”

Ancak, inceledikleri bu gözler zaten karmaşık yapıya sahip ve daha basit öncüllerine dair bir iz taşımıyorlar. Diğer bir ifadeyle, fosil kayıtları bize görme yetisi olmayan hayvanların dünyayı görmeye nasıl başladıklarıyla ilgili hiçbir şey söyleyemiyor. Nitekim bu gizem Charles Darwin’i de heyecanlandırmış ve Darwin, Türlerin Kökeni’nde, “Bu taklit edilemez düzeneğine karşın, gözün … doğal seçilimle oluştuğunu düşünmek, itiraf etmek isterim ki, saçmalığın olabilecek en yüksek kademesidir,” diye yazmıştı.

Yaratılışçılar bu alıntıyı, Darwin’in kendi teorisinden kuşkulandığı bu noktada sonlandırır. Ancak, hemen ardından gelen cümlede Darwin kendi çelişkisine son noktayı koyar: “Yine de mantığım bana, mükemmel ve karmaşık yapılı gözlerden, eksikleri olan basit gözlere kadar, sahiplerine yarar sağlayabilen çeşitli gelişmişlik derecelerinin varlığı dikkate alındığında … mükemmel ve karmaşık yapılı bir gözün, bizlerin hayal gücüne sığmasa da, doğal seçilimle meydana geldiğine inanmanın gerçek anlamda zor olmadığını söylüyor.”




Bütün gözler eşit değildir –aynı hayvana ait olsalar dahi. Bir mürekkepbalığının (Histioteuthis heteropsis) yukarı bakan sol gözü (üstte görülüyor), yukarıdan gelen ışık sayesinde avları fark etmekte daha başarılı olan sağ gözün iki katı büyüklüğünde. Mürekkepbalığının küçük olan gözü (fotoğrafta görünmüyor) aşağıdaki karanlığa doğru bakarak, ışıldayan av ve avcıları gözlüyor.

Darwin’in söz ettiği dereceli değişimin varlığı kanıtlanabilir. Solucanların ışığa duyarlı ilkel dokularından, kartalların kameralarla yarışabilecek keskin gözlerine kadar, mümkün olan tüm gelişmişlik dereceleri dünya üzerindeki hayvanlarda gözlemlenebilir. Nilsson, ilkel gözlerin şaşırtıcı ölçüde kısa bir sürede, gelişmiş gözlere evrilebileceğini de kanıtlamış durumda.

Bunun için, pigmentli ve ışığa duyarlı olan küçük, yassı bir doku parçasıyla bir simülasyon oluşturmuş. Her bir yıllık nesille birlikte doku parçası kalınlaşmaya başlamış, yavaşça kıvrılarak yassı bir tabakadan çanağa dönüşmüş. Daha sonra da, giderek gelişen kabataslak bir lens haline gelmiş. Nesilden nesle sadece yüzde 0,005 oranında geliştiği en kötümser koşullarda dahi gözün, basit bir tabakadan kamera gibi, tümüyle işlevsel bir organ haline gelmesi yalnızca 364 bin yıl sürüyor. Evrim açısından değerlendirildiğinde bu süre, göz açıp kapamakla eşdeğer.

Ancak basit gözler karmaşıklık yolunda birer sıçrama tahtası olarak görülmemeli. Günümüzde de varlığını sürdüren ilkel gözler, kullanıcılarının gereksinimlerine göre tasarlanmış. Denizyıldızının –her bir kolun ucunda bulunan– gözleri renkler, ince ayrıntılar ya da hızlı hareket eden nesneleri göremiyor (bu tür bir göz örneğin bir kartalın doğruca ağaca toslamasına yol açardı). Kaldı ki denizyıldızının, koşuşturmakta olan bir tavşanı görüp yakalaması da gerekmiyor. Yegâne gereksinimi, yuva olarak kullandığı mercan resiflerini –devasa, hareketsiz yapılar– görmek ve yavaşça salınarak evine gitmek. Diğer bir ifadeyle, bir kartalın gözünü denizyıldızına takmak, gülünç ve abartılı bir uğraş olmaktan öte bir anlam taşımıyor.


Doğadaki en büyük gözler, en büyük mürekkepbalığı türlerine ait. Dev mürekkepbalığının (Architeuthis dux) gözü (sağda) tam 17 cm çapındayken, diğerlerinin 30 cm’ye kadar çıktığı biliniyor. Bu gözler olasılıkla hayvanın, hızla ileri atılan ispermeçet balinası –mürekkepbalığının baş düşmanı– tarafından rahatsız edilen parlak planktonların ışıltılarını fark etmesini sağlıyor.
Nilsson, “Gözler zayıftan kusursuza doğru evrimleşmedi,” diyor. “Birkaç basit görevi kusursuzca yerine getiren yapılardan, birçok karmaşık görevi kusursuzca yerine getiren yapılara doğru evrim geçirdiler.”

Birkaç yıl önce Nilsson gözün evrimini fiziksel yapılar yerine, bu yapıların hayvanlara sağladığı olanaklarla oluşturulmuş dört aşamada gösteren bir modelle bu saptamayı taçlandırdı. İlk aşama, ortam ışığının yoğunluğunu algılamak, günün saatlerini anlamak veya suyun derinliğini ölçmekle ilgili. Bunlar için gerçek bir göze gereksinim duymazsınız; izole edilmiş bir fotoreseptör işinizi görür. Örneğin, denizanasının küçük bir akrabası olan hidranın gözleri yoktur, fakat vücudunda fotoreseptörler bulunur.

Kaliforniya Üniversitesi’nden Todd Oakley ve David Plachetzki bu reseptörlerin hidranın yakıcı hücrelerini kontrol ettiklerini, böylece hücrelerin karanlıkta daha kolay bir şekilde devreye girdiklerini kanıtladı. Belki de bu özellik hidranın yanından geçen kurbanların gölgelerine tepki vermesine veya yakıcı hücrelerinin enerjisini avların daha sık rastlandığı gece vaktine dek rezerve etmesine olanak tanıyor olabilir.


Peygamberdevesi karidesi, (Odontodactylus scyllarus) hayret verici sayıda renk alıcısına sahip –insanlardaki üç tür alıcıya karşılık, tam on iki tane. Gözler ayrıca birbirlerinden bağımsız olarak hareket ediyor, yine bağımsız olarak derinliği algılıyor ve kızılötesi ile morötesi ışığı görebiliyor.

Nilsson’ın modelinin ikinci aşamasında hayvanlar ışığın nereden geldiğini anlayabilir, çünkü fotoreseptörleri belirli yönlerden gelen ışığı engelleyen bir kalkan –genellikle koyu renkli bir pigment– kazanır. Bu tür bir reseptör, sahibine dünyanın tek pikselli bir görüntüsünü sunar –bu, gerçek bir görüş olarak nitelemek için yetersiz, fakat bir ışık kaynağına doğru hareket etmek veya ışıktan uzağa, gölgeli bir sığınağa yüzmelerini sağlamak için yeterlidir. Birçok deniz larvasının yaptığı şey de tam olarak budur.

Üçüncü aşamada, kalkanlı fotoreseptörler kümelenerek, her biri kısmen farklı yönlere bakan gruplar oluşturur. Artık gözlerin sahipleri farklı yönlerden gelen ışığa dair bilgileri toplayarak, içinde yaşadıkları ortamı algılayabilir, bulanık da olsa etrafı görebilir. Bu aşama, ışığı algılamanın doğru düzgün bir görüş yetisi, fotoreseptör demetlerinin ise birer “gerçek göz” haline geldiği noktaya işaret eder. Üçüncü aşama gözleri olan hayvanlar, aynen denizyıldızları gibi, kendilerine uygun yuvalar bulabilir ya da kutu denizanaları gibi, engellerden sakınabilir.

Dördüncü aşamaya gelindiğinde gözlerin –ve sahiplerinin– evrimi gerçek bir sıçrama yapar. Göz yapısına ışığı odaklayan lenslerin eklenmesiyle birlikte görüş, keskin ve ayrıntılı bir hal alır. Nilsson, “Dördüncü aşamaya geldiğinizde, görev listesinin sonu yoktur,” diyor. Görüş yetisindeki bu esneklik, Kambriyen patlamasına yol açan kıvılcımlardan biri olabilir.

Bu yaklaşıma göre, avcılar ve avları arasında daha önce koklama, tatma ve yakın menzilde hissetmeyle sınırlı olan rekabet bu sayede birdenbire uzak mesafelere taşındı. Bir silahlanma yarışı başladı ve hayvanlar bu duruma, vücut büyüklüğü ve hareket yetilerini artırarak; koruyucu kalkanlar, dikenler ve zırhlar geliştirerek karşılık verdi.

Hayvanlar evrim geçirirken, gözleri de evrimleşti. Günümüzde rastlanan temel görme yapılarının tümü Kambriyen sırasında da vardı. Ancak bu yapılar süreç içinde, özelleşmiş görevleri yerine getirmek üzere ortaya çıkan, olağanüstü çeşitlilikte ayrıntılarla donandı.
kaynak:nat geo

Ed Yong
David Liittschwager

Fosil Yakıtların Ucuzluğuna Rağmen Güneş ve Rüzgâr Enerjisi Gelişiyor


Fosil Yakıtların Ucuzluğuna Rağmen Güneş ve Rüzgâr Enerjisi Gelişiyor
Danimarka’nın Samso Adası’nda rüzgâr türbinleri buranın sakinlerine enerji sağlıyor. Ada enerjisinin tamamını yenilenebilir kaynaklardan elde ediyor.
Petrol fiyatlarının düşmesi borsaları alt üst etse de, güneş, rüzgâr ve diğer temiz enerji çeşitlerine yönelik yatırımlar devam ediyor.

Fosil yakıt fiyatlarının sürekli düşüşü tüm dünyada etkisini gösteriyor. Ancak temiz enerji piyasasının bu durumdan etkilenmemesi rüzgâr ve güneş enerjisi için yeni bir dönemin habercisi olabilir.

Varili 30 dolara düşen petrol fiyatları –12 yılın en düşük fiyatları– borsaları sarsarak Rusya ve Suudi Arabistan gibi büyük üreticilerin bütçelerini alt üst etti. Doğalgaz fiyatlarının da düşmesiyle birlikte, fosil yakıt şirketlerinin karlarının azalmasına neden oldu. Milyar dolarlık onlarca projeyi askıya alan şirketler, binlerce çalışanı işten çıkarıyor.

Petrol rezervlerine ev sahipliği yapan Teksas’ta bir zamanlar işçileri barındıran kalabalık karavan parklarının büyük bölümü şu anda boş.

Peki ya güneş, rüzgâr ve diğer temiz enerji çeşitleri? Gelişiyorlar. Geçtiğimiz yıl bu alanlara yapılan 329 milyar dolarlık rekor düzeyde yatırım, Bloomberg New Energy Finance’ın (BNEF) bu ayki raporuna göre 2004’ün altı katı olmuştu. Rüzgâr ve güneş, aynı zamanda rekor düzeyde bir enerji kapasitesi de sağladı.

Temiz enerji devrimi, benzin pompasında fiyat düşüşüne neden olan ucuz petrole karşı tamamen bağışık değil. Petrol fiyatlarının birçok yerde galon başına 2 doların altında seyrettiği ABD’de, geçtiğimiz sene SUV satışları artarken elektrik ya da petrolle çalışan hibrit araç satışları düştü.

“Etkisi yok diyemeyiz ama henüz önemli bir etkisini görmedik,” diyor BNEF’in genel yayın yönetmeni Angus McCrone. “Temiz enerjinin gerisinde çok büyük bir itici güç var.”

Nedenlerini uzmanlar açıklıyor:

1. Devlet teşvik tedbirleri arttıkça fiyatlar düştü.


Petrol ve gaz birkaç yıl öncesine göre çok ucuz olabilir ama güneş ve rüzgâr enerjisi de ucuz. ABD hükümeti verilerine göre, 2008 yılından bu yana büyük ölçekli güneş enerjisi fiyatları yüzde 60, rüzgâr enerjisi fiyatları yüzde 40 oranında düştü.

Araştırma şirketi HIS Energy’nin yenilenebilir enerji araştırma yöneticisi Ale Klein, güneş ve rüzgâr enerjisinin “birçok ülkede rekabetçi” özellikte olduğunu söylüyor. Genelde ulaşım araçlarında yakıt olarak kullanılan petrol ile değil, elektrik üreten santrallara güç vermekte kullanılan doğalgaz ile rekabet ettiklerini söylüyor.

Deloitte’nin alternatif enerji başkanı Marlene Motyka, doğalgaz fiyatlarının düşmesine rağmen geçtiğimiz yıl güneş ve rüzgâr enerjisinin ABD enerji kapasitesinin yüzde 60’ını oluşturduğunu, bu yıl ise yüzde 70’ini oluşturacağını söylüyor.

Böyle bir rekabet yeni. PwC (PricewaterhouseCoopers olarak da biliniyor) iklim değişikliği ekibi başkanı Jonathan Grant, “Petrol en son bu fiyata satıldığında yenilenebilir enerji maliyetleri çok daha yüksekti,” diye konuşuyor.

Finansal açıdan daha da gelişme göstermeleri muhtemel. ”Başta güneş enerjisi olmak üzere yenilenebilir enerjinin maliyetinde ve verimliliğinde önemli gelişmeler meydana gelmesi sadece olanaklı değil aynı zamanda muhtemel,” diye yazıyor McKinsey&Company’nin Houston bürosu müdürü Sott Nyquist. Buna karşılık kömürün, ABD yönetmeliklerinin sıkılaştırılması nedeniyle daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya kaldığını, doğalgazın ise daha şimdiden son derece verimli teknolojiler kullandığını söylüyor.

Güneş ve rüzgâr enerjileri, ABD Kongresi’nin vergi kredilerini beş yıl daha yenilemesiyle Aralık ayında büyük bir destek almış oldu. BNEF, bu sürenin 20 gigavat ek güneş enerjisi sağlayacağını düşünüyor. Bu miktar, ABD’de 2015 öncesi güneş panelleri yoluyla elde edilen toplam miktara eşit geliyor.
2. Kamu politikalarının da etkisiyle talep arttı.
Geçtiğimiz ay Paris’te imzalanan BM iklim anlaşmasında verdikleri sözleri yerine getirmek isteyen ülkeler, dikkatlerini yenilenebilir enerji üzerinde yoğunlaştırıyor. Anlaşma kapsamında ülkeler, petrol, gaz veya kömür yakıldığında ortaya çıkan karbon dioksiti ve diğer sera gazlarını azaltmayı kabul ettiler.

Hindistan gibi bazı ülkeler ise yenilenebilir enerjiyi yoğun hava kirliliğini azaltma yolu olarak görüyor. Çin, en çok kirlilik yaratan fosil yakıt olan kömür kullanımını ucuzluğuna rağmen azaltıyor.

Çoğu kişinin elektrik şebekesine erişimi bulunmayan Afrika’nın gelişmekte olan ülkeleri, güneş enerjisi projelerini daha hızlı ve ucuz elektrik sağlama yöntemi olarak inceliyorlar. Zengin ülkeler ise, Sandy Kasırgası gibi fırtınalarda elektrik şebekesi çöktüğünde ışık sağlayacak mikro şebekeler yaratmak için güneş enerjisine baş vuruyor.

Eyaletler ve yerel hükümetler de düşük karbonlu ya da karbon içermeyen enerji alternatiflerine başvuruyor. ABD’de onlarca eyalet elektriğin belli bir miktarının bunlardan elde edilmesini şart koşuyor. New York Valisi Andrew Cuomo geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, eyaletin temiz enerjiyi teşvik etmek için on yıl boyunca 5 milyar dolar harcayacağını bildirdi. Hawaii 2045 yılına kadar enerjisinin tamamını yenilenebilir enerjiden elde edeceğini vaat etti. Vermont 2032’ye kadar yüzde 75, Kaliforniya ise 2030’a kadar yüzde 50 sözü verdi.

3. Kurumların ve yatırımcıların desteği güçlü.
Şirketler de benzer sözler veriyor. İngiltere merkezli kar amacı gütmeyen Influence Map tarafından bu ay yayımlanan rapor, Paris iklim zirvesinin kurumsal destek açısından bir “devrilme noktası” yarattığını söylüyor. Rapora göre dünyanın en büyük şirketlerinin yarısından fazlası ısıyı hapsedici salımları kesmek için atılan adımları, üçte biri ise kömürün bedelinin saptanmasını destekliyor.

“Kurumsal taraf kalıcı. Şirketlerin geri adım atacağını düşünmüyorum,” diyor. Deloitte’den Motyka. Deloitte tarafından yapılan yeni bir analizde, şirketlerin yüzde 55’inden fazlası elektriklerinin bir kısmını kendileri ürettiklerini ve bu enerjinin yüzde 13’ünün güneş panelleri ve rüzgâr türbinlerinden elde edildiğini bildiriyor.

Yenilenebilir enerji sermaye çekiyor. Goldman Sachs tarafından yapılan yeni bir araştırma, düşük karbon teknolojisinin toplam piyasasının –rüzgâr, güneş, LED, hibrit ve elektrikli arabalar dahil- 600 milyar doları geçtiğini ortaya koyuyor ki bu da aşağı yukarı ABD savunma bütçesine denk geliyor.

Yatırımların artması bekleniyor. Çin ve Hindistan gibi petrol ithal eden bazı ülkeler, fiyatların düşük seyretmesi nedeniyle ellerinde kalan parayı yenilenebilir enerjiye yatırım yapmak için kullanabilecekler. Hatta bazı petrol ihraç eden ülkeler bile güneş enerjisine yatırım yapıyor. Suudi Arabistan, Rusya, İran ve Kuveyt ülke içinde fosil yakıt kullanımını düşürmeyi ve böylece petrol ihracatından elde edilen karı maksimuma çıkarmayı hedefliyor.

“Fosil yakıtlar önümüzdeki onyıllarda var olmaya devam edecek ama payları düşecek,” diyor PwC’den Grant. Petrolün çok önemli olduğu ulaştırma sektöründe dahi elektrikli araçların sonuçta yaygınlaşacağını düşünüyor ama fiyat nedeniyle değil.

Tüketiciler bunları daha “cazip” bulacak diyerek, özel park alanları ve birden fazla yolcu taşıyan araçlara ayrılmış şerit kullanımı gibi elektrikli araç avantajlarına dikkat çekiyor. Bunun yanı sıra bu araçların şoförsüz sürüm ve süper teknoloji ürünü birçok özellik de vaat ettiğini söylüyor: “Çok daha 'cool' araçlar bunlar.”
kaynak:
Wendy Koch
Andrew Henderson, National Geographic Creative

Türkiye'den uzay teknolojilerinde yeni adım


cern.jpg

Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) desteği ile Türkiye'de uzay radyasyon testlerinin yapılabileceği bir laboratuvar kurulacak.


Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bilge Demirköz, yaptığı açıklamada, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) ortaklığı ile Türkiye'de uzay teknolojilerinde yeni bir adım atacaklarını söyledi.
ODTÜ Saçılmalı Demet Hattı projesi için, Yer Gözlem Uydu Teknolojilerinin Geliştirilmesi Projesi (İMECE) kapsamında Kalkınma Bakanlığı’ndan Ağustos 2015’te 5,5 milyon TL destek alındı. 
Bu proje ile yine Kalkınma Bakanlığı’nın desteğiyle Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun Sarayköy Nükleer Eğitim ve Araştırmalar Merkezi’ndeki Proton Hızlandırıcı Tesisi içinde yer alan ArGe odasında yeni bir demet hattı düzenlemesi yapılarak yurt içi altyapı geliştirilecek ve test yeteneği kazanılacak.
"İLK TESTLER GÜNEŞ HÜCRELERİNE YAPILACAK" 
Bu kapsamda, uzay radyasyon testlerinin yapılabileceği bir laboratuvar kurulumu projesine başlanıldığını belirten Demirköz, söz konusu laboratuvar ile uzay projelerine yurt dışı bağımlılığının azalacağını vurguladı.  Bilge Demirköz, laboratuvarın tamamlanmasının ardından ilk testlerin güneş hücrelerine yapılacağını bildirdi.
Proje ile 2,5 yıl sonunda bu radyasyon testlerinin öncelikle İMECE kapsamında uzay için TÜBİTAK MAM Malzeme Enstitüsü tarafından geliştirilen güneş hücrelerinin, TÜBİTAK MAM Enerji Enstitüsü tarafından geliştirilen bataryaların uzay radyasyon testleri de gerçekleştirilecek. Ülkemizde uzay için geliştirilmekte olan elektronik tüm devrelerin uzay radyasyonu dayanıklılık testleri de yapılabilecek. Radyasyon dozimetresi geliştirilmesine yönelik kavramsal çalışmalar yapılacak.”
ODTÜ’de bu proje ile uzay radyasyonu alanında uzmanlaşmış insan kaynağı da yetiştirileceğinin altını çizen Bilge Demirköz, projede 1 doktora sonrası araştırmacı, 2 doktora ve 2 yüksek lisans öğrencisi, 1 proje uzmanı, 1 mühendis ve 3 teknisyenin çalıştığını ve ekibin proje süresince büyümesinin planlandığını da sözlerine ekledi.
KAYNAK:NTV

Küresel Isınma'nın etkileri sanılandan daha büyük


küresel-ısınma.jpg

ABD'de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, küresel ısınmanın deniz seviyesi üzerindeki etkileri sanılandan daha büyük.


Sonuçları Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'ne bağlı PNAS dergisinde yer alan araştırmaya göre, küresel ısınmanın deniz seviyesinin yükselmesine olan etkisi şimdiye kadar tahmin edilen oranın iki katı dolayında.
Araştırmada, araştırmacıların şu ana kadar suyun ısınması sebebiyle deniz seviyesinin yılda 0,7 ila 1 mm. dolayında yükseldiğini tahmin ettiği belirtildi.
Ancak 2002-2014 yıllarını kapsayan araştırmada, suyun ısınmasının yılda deniz seviyesinin yaklaşık olarak 1,4 mm. yükselmesine neden olduğu tespit edildi. Araştırmanın yazarlarından Bonn Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Jürgen Kusche, suyun ısınması sonucu denizlerin yükselmesinin şimdiye kadar 'yeterince dikkate alınmadığını' söyledi. Araştırmada, bunun sonucu olarak fırtınaların artabileceğine dikkat çekildi.
Buzulların erimesiyle deniz seviyesinin yükselmesi de hesaba katıldığında, deniz seviyesinin yılda ortalama 2,74 mm. yükseldiği belirtiliyor. Dünyanın farklı bölgelerinde ise bu miktarın farklı olduğuna dikkat çekiliyor. Örneği Filipinler'de ortalamanın beş kartı oranında bir yükselme meydana gelirken, ABD'nin Batı sahillerinde ise deniz seviyesinin aynı kaldığı ifade ediliyor.
kaynak: DW Türkiye

Geometriyi ilk Babilliler kullandı


Geometri.jpg

Science dergisinde yayımlanan bir araştırma, Babillerin, geceleri gökyüzünde Jüpiter'in hareketlerini izlemek için geometriden faydalandıklarını ortaya koydu.

Mezopotomya'da yaşayan eski bir uygarlık olan Babillilerin, matematiğin bir branşı olan geometriyi ilk kullanan topluluk olduğu ifade edildi.
Sonuçları Science dergisinde yayımlanan bir araştırma, Babillerin, geceleri gökyüzünde Jüpiter'in hareketlerini izlemek için geometri biliminden faydalandıklarını ortaya koydu.
Berlin Humboldt Üniversitesi'nden Profesör Mathieu Ossendrijver, BBC'ye yaptığı açıklamada, araştırmaları sırasında bu veriye ulaşmayı tahmin etmediklerini söyledi.
Ossendrijver, araştırma çerçevesinde, şu anda British Museum'da bulunan ve 19. yüzyılda yapılan kazılarda ortaya çıkartılan 5 Babil tabletinin incelediğini, tabletlerde Jüpiter'in gece gökyüzünde ne zaman görüneceğini, aynı zamanda hızını ve uzaklığını hesaplamak için ikizkenar yamuk olarak adlandırılan dört kenarlı şekiller kullanıldığının belirlendiğini kaydetti.
Profesör Ossendrijver, astronomide olduğu kadar matematikte gelişmiş bir uygarlık olduğu anlaşılan Babillerin bu tekniği ne kadar yaygın kullandıklarının ise bilinmediğini belirtti.
Karmaşık geometrinin, daha önce ilk kez Orta Çağ'da Oxford ve Paris'te kullanıldığı düşünülüyordu. Bilim adamlarının yeni keşfi, bu bilim dalından, sanılandan bin 400 yıl önce faydalanıldığını ortaya koydu.

kaynak: Anadolu Ajansı

Düşünce okuma teknolojisi gerçek oluyor

Washington Universitesi'ndeki bilim insanları, beyin sinyallerini düşünme hızında takip ederek çözmeyi başardı.
neuralinterface1
Beyin, insanlık için hala büyük gizemlerle dolu bir organ. Sayısız üniversitede, sayısız bilimsel araştırma beyinin sırlarını çözmek, düşüncenin ve düşünce okumanın gizemini anlayabilmek için tam hızla devam ediyor.
Beyin sinyallerini okuyabilmek aslında bilim kurgu değil, aksine bugünün teknolojisiyle mümkün bir eylem. Öyle ki, bazı elektronik üreticileri bilgisayardaki imleci beyin gücüyle, düşünerek kontrol etmeyi mümkün kılan bazı beyin sinyali okuma cihazları üretiyorlar ve satıyorlar. Hatta, ünlü bilim insanı Stephen Hawking’in hastalığı nedeniyle hareket edemiyor ve konuşamıyor olmasına rağmen, Intel tarafından tasarlanan ve tekerlekli sandalyesine monte edilen özel bilgisayarı düşünce gücüyle kullanıp, düşüncelerini sese çevirmesi ve söylemek istediklerini bilgisayarın hoparlöründen insanlara aktarabilme gibi bir yeteneği olduğunu da unutmayalım.
stephen-hawkingAncak, beyin sinyallerini okuma teknolojisinin en büyük handikabı çok yavaş çalışması. Bu teknolojiyi kullananların kontrol etmek istediği cihazı kullanırken çok yavaş düşünmeleri, çok yorucu bir şekilde düşüncelerine “yavaşça” odaklanmaları gerekiyordu. İşte bu handikap nedeniyle, piyasada satılan giyilebilir cihazları düşünce gücüyle kontrol etmek gibi seçenekler gündeme gelmiyordu. Örneğin, Google’ın Glass gözlükleri ve Oculus Rift gözlükleri düşünerek kontrol edilebilecek cihazlar olmalarına rağmen, teknolojinin çok yavaş çalışması nedeniyle bu yetenekler gözlüklere adapte edilmiyordu.
Washington Üniversitesi’ndeki bilim insanları ise şimdi beyin sinyallerini düşünce hızıyla tespit edebilecek yeni bir yöntem geliştirdiler ve ilk testlerin başarılı olduğunu da açıkladılar. Buna göre, düşünce okuma testine katılan deneklerin hangi resimlere baktığını tahmin etmeye çalışan bilim insanları %96 doğruluk payı ile düşünceleri okumayı başardılar ve beyin sinyallerini 20 ms gibi çok kısa sürede tespit edebildiler.
Bu yeni teknoloji, tüketici elektroniği ürünlerinde kullanılmaya başladığında, AR/VR gözlüklerini, cep telefonlarımızı, akıllı saatlerimizi, düşüncelerimizle kontrol edebilmeye başlayacağız.

26 Ocak 2016 Salı

Sanat Tarihçileri “Üryan, Çıplak, Nü” Sergisini Konuşuyor


Leyla-Gamsiz-Oturan-Kadın

Pera Müzesi’nde, “Üryan, Çıplak, Nü” başlıklı sergi kapsamında Ocak ayı içinde Deniz Artun ve Ahmet Kamil Gören’in söyleşileri düzenleniyor. Sanatseverler ayrıca 21 Ocak’ta serginin küratörü Ahu Antmen eşliğinde özel bir sergi turuna katılabilecek.

Pera Müzesi’nde Türk resminin modernleşme sürecinde nünün gelişimini anlatan “Üryan, Çıplak, Nü” sergisine paralel olarak Ocak ayında üç farklı etkinlik düzenleniyor. 13 Ocak Çarşamba günü Deniz Artun ile “Çıplaklık Tercüme Edilebilir Mi?” başlıklı bir söyleşi, 28 Ocak Perşembe günü ise Ahmet Kamil Gören’in konuşmacı olacağı “1914 Kuşağı ve Nü Çalışmaları” konulu bir konuşma gerçekleşecek. Ziyaretçiler ayrıca serginin küratörü Ahu Antmen eşliğinde düzenlenen özel sergi turuyla 21 Ocak Perşembe günü sergiyi ayrıntılı bir şekilde gezebilecek.
Çıplaklık Tercüme Edilebilir Mi?
Yüksek lisans ve doktora çalışmaları sırasında Fransa’nın kültürel tarihi üzerine yoğunlaşan Deniz Artun’un konuşmacı olacağı “Çıplaklık Tercüme Edilebilir Mi?” başlıklı söyleşi 13 Ocak Çarşamba günü saat 19:00’da sergi katında düzenlenecek. Söyleşide Artun, sergideki bazı eserlerle Fransız resim tarihinin efsaneleşmiş çıplaklarını ilişkilendirecek; ressamlar, modeller ve pozları arasındaki ilişkilere de değinirken Paris’in, Türkiye’de sanatın modernleşmesine olan etkileri de ele alacak.
1914 Kuşağı ve Nü Çalışmaları
Sanat tarihçisi ve Türk resim sanatına ilişkin birçok yayına imza atan öğretim üyesi Ahmet Kamil Gören’in konuşmacı olacağı “1914 Kuşağı ve Nü Çalışmaları” başlıklı söyleşi ise 28 Ocak’ta saat 19:00’dan itibaren izlenebilecek. Gören, söyleşide Türkiye’de resim alanındaki nü çalışmaları, toplumsal dönüşümün ışığında ele alacak. “1914 Kuşağı” ya da “Çallı Kuşağı” olarak da bilinen ressamlarla başlayan sürece vurgu yapan Ahmet Kamil Gören, 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in yarattığı özgürleşme ortamının bu sürece olan etkilerine de değinecek.
Küratörle Sergi Turu
Pera Müzesi’ndeki “Üryan, Çıplak, Nü” sergisi etkinliklerinin sonuncusu ise sergi küratörü Ahu Antmen ile yapılacak. Resim sanatı üzerine yayınları bulunan ve Marmara Üniversitesi ile Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Antmen, 21 Ocak Çarşamba günü saat 18:00’da gerçekleşecek açıklamalı sergi turunda ziyaretçilere eşlik edecek. Antmen, farklı dönemlerden 44 sanatçının akademik etütlerinin de dâhil olduğu 150’ye yakın eserin yer aldığı sergiye dair ayrıntılı bilgiler vererek resimdeki çıplaklık olgusunu modernlik ve muhafazakârlık ikileminde ele alacak.
“Üryan, Çıplak, Nü: Türk Resminde Bir Modernleşme Öyküsü” sergisi 7 Şubat tarihine kadar ziyaret edilebilir. Osman Hamdi Bey, Süleyman Seyyid Bey, Halil Paşa, İbrahim Çallı, Zeki Faik İzer, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Mualla, Yüksel Arslan gibi farklı kuşaklardan sanatçılara yer veren sergi, yüzyıl başında gizli saklı ve tek tük, Cumhuriyet döneminde ise yoğun olarak üretilen nü resimlerin izini sürerek ressamların, çıplaklığın sanatsal temsillerine karşı var olan kültürel direnci aşma çabalarını gözler önüne seriyor.
Söyleşiler indirimli müze bileti (10 TL) ile, küratörle sergi turu ise rehberli tur ücretiyle (30 TL) izlenebilecek. Etkinlikler Pera Müzesi Dostları’na ücretsiz.
Her üç etkinliğe katılım için de rezervasyon gerekiyor. Etkinliklere katılmak için resepsiyon@peramuzesi.org.tr e-posta adresinden veya (0212) 334 99 24 numaralı telefondan rezervasyon yaptırılabiliyor.

BEYİNDE UNUTUŞA YER OLMAYAN SES : MÜZİK


Müzik, en derinde gizlenmiş insan manzarasını açığa çıkarabilecek güce sahiptir. 
Müzik insanlara pek çok farklı açıdan seslenebilir, erişebilir, onları değiştirebilir. Birlikte şarkı söylerken, şarkının belli etkileri ve bağlantıları üzerinden ilişki kurarız, fakat yalnızca seslerimizi değil bedenlerimizi de eşgüdümleyerek birlikte dans edersek bu bağ daha derin, daha ilkel bir hal alır. ''Beden, eylemler birliğidir'' ; birlik yoksa etkinleşme ya da etkileşime dair hiçbir özellik aktif değilse bedenlilik algımız da zayıflayabilir. Birine sarılmak, onlarla birlikte dans figürleri yapmak (belki de ayna nöronların aktivasyonunun ) etkisiyle, Alzheimer ve demans hastalarının  dansla karşılık verme tepkisi uyandırabilir. Böylelikle başka anlarda erişilmesi mümkün olmayan hastalar canlandırılabilir, yeniden hareket etmeleri ve en azından bir süre için (en derin bilinçlilik hallerinden biri olan) bir tür fiziksel kimlik ve bilinç kazanmaları sağlanabilir.
BEYİN VE RİTİM
Perküsyon çalmak beynin en temel, korteks altı seviyelerine hitap eder. Kişisel ve zihinselin daha altında bir yerdeki bu fiziki yada bedensel seviyede, müzik melodiye veya şarkının kendine özgü içeriğine ya da duygusal etkisine ihtiyaç duymaz; ona en çok gereken, kritik önemdeki şey, 'ritim' dir. Somut beden algımızı, hareket ve hayat duyarlılığımızı sadece ritim yeniden canlandırabilir. Demans ilerledikçe kişisel anılar gittikçe seyrekleşir. Fakat belli anılara tepki verme biçimleri, özellikle dansla bağlantılı motor bellek ve motor tepkiler her zaman varlığını sürdürür. 
Dilsiz, yalıtılmış, aklı karışık bireylerin müzikle bağ kurmasını izlemek çok şaşırtıcı. Kendi dünyalarında ya da bilinmeyen bir yerde kaybolmuş, karşılıklı etkileşim bir yana, tutarlı bir tepki vermekten aciz görünen bir grup ilerlemiş demanslı hastanın karşılarında müzik çalmaya başlayan birine nasıl tepki verdiğini izlemek daha da şaşırtıcı. Dikkatler aniden yöneliyor: dalıp gitmiş yarım düzine göz müzik çalan kişiye çevriliyor. İşin ilgi çekici yanı ise, durgun hastalar teyakkuza geçip dikkat kesilirken ajite hastalar sakinleşiyor.
Tanıdık müzik bir tür Proustçu anımsatıcı işlevi görerek uzun zaman unutulmuş duygularla  veya 'beynin üzerini örttüğü bilgiyle' çağrışımları ortaya çıkarır ve hastanın bütünüyle yitirilmiş olduğu sanılan duygudurumlarıyla anılara yeniden erişebilmesini sağlar. Eskiden bilinen müzik tanındığında  ve duygusal titreşimi hissedildiğinde yüzlerde ifadeler belirir. Belli bir iki kişi şarkıyı mırıldanmaya başlar, başkaları onlara katılır ve kısa sürede (çoğu önceden hiç konuşmayan) bütün grup şarkı söylemeye başlar.
ANILARI DEHLİZLERDEN ÇIKARAN MÜZİK
Müzik, bildiğimiz olaylar, insanlar, yerlerden oluşan anımsadığımız, kişisel dünyamızdan başka yerlere de götürebilir bizi:
 95 yaşına ulaşmış Alzheimer hastası biri, elinde gazeteyle dolaşıyor, ama sorulduğunda  onun bir  gazete olduğunu ve 'gazete' nin ne olduğunu bilmiyordu. Denetimsiz bırakıldığında pantolonunu ters giyebiliyor, ayakkabılarını tanımıyor ve traş köpüğüyle dişlerini fırçalıyordu. Genel görüşmelerde ise nasıl olduğu sorulduğu zaman, tatlı bir tavırla ''Sağlığımın yerinde olduğu kanaatindeyim'' şeklinde makul ve dingin cevabı hemen dikkat çekiyordu. Şüphesiz bunama ölçüsünü aşmış ölçüde demanslıydı ama karakterini, nezaketini, düşünceliliğini korumuştu. Alzheimer' ın yarattığı görülür tahribata(olaysal bellek ve genel bilgi yitimi, yönelim bozukluğu, bilişsel kusurları) rağmen, anlaşılan nezaketi belki de çok daha derin ve eski katmanlarda kökleşmişti. 
Neredeyse vasat sayılabilecek müzik özgeçmişi olan bu hasta, bazı müziklere ağlayarak karşılık veriyordu, bazen dudaksız derin bir gülümsemenin tüm yüzüne yayıldığını görebiliyordum. Bütün diğer keyifler; eşinin yüzü, çocuklarının anısı, iş hayatı, 40 yılını dünya seyahatlerine ayırmışken,yolculuk etmenin keyfi unutulmuşken, müzik ona nasıl etki edebiliyordu? Her şey unutulmuşken, müzik içinde neye dokunuyordu; başka türlü bir anıyı; zamandan, mekandan, olaylardan, hatta en sevdiği kişilerden bağımsız, kalbi bir anıyı müzik nasıl serbest bırakıyordu? unutuşa yer olmayan bir bölgeyi açığa çıkardığı kuşkusuz.
Korteksimizin belli bölgeleri kuşkusuz müzik  zekası ve duyarlılığına hizmet ediyor ve bu bölgelerin hasar görmesi bazı amüziya türlerine neden olabiliyor. Fakat beyinde müziğe tepkinin geniş bir alanda gerçekleştiği, yalnıza kortikal değil korteks alt yapıları da kapsadığı anlaşılıyor; böylece Alzheimer gibi kortikal hastalıklar bile müziği algılamaya, müzikten keyif almaya ve tepki vermeye engel olamıyor. 
Müzikten keyif almak ve ona derinden tepki vermek için müzik eğitimi almış veya müziğe düşkün ya da yetenekli olmak gerekmez. Müzik insan olmanın parçasıdır, müzik geliştirmemiş, müziğe değer vermeyen uygarlık yoktur. Bu denli kolay ulaşılabilir olması gündelik hayatta önemini yok saymamıza neden olabilir: bir radyoyu açar, kapar, bir melodi mırıldanır, ayağımızla tempo tutar, eski bir şarkının sözlerinin zihnimizde dolandığını fark eder ve çoğumuz üzerinde hiç durmayız. Oysa demans yüzünden bir bilinmezin içinde kaybolanlar için durum çok daha farklıdır. Müzik onlar için bir lüks değil gereksinimdir ve müziğin onları bir süreliğine de olsa kayboldukları yerden kendilerine ve başkalarına kavuşturma gücü başka hiçbir şeyde yoktur.
Müzik tüm benliğinizde geveze bir kuş olsun ve hiç susmasın.
Müzikle, sağlıcakla kalın.
kaynak:BrainPsychology

25 Ocak 2016 Pazartesi

Evrenin yaşı

Astronomlar Samanyolu'ndaki 70 bin yıldızın yaşını hesaplayarak galaksinin şu ana kadar oluşturulmuş en kapsamlı yaş haritasını çıkardı.

Yıldızların kırmızıdan maviye doğru yaşlarına göre renklendirildiği haritada, Samanyolu'nun merkezinde çok sayıda kırmızı yani yaşlı yıldız bulunduğu görülüyor. En yaşlı yıldızların yaklaşık 12 milyar yaşında olduğu tahmin ediliyor.

Yani yıldızların yaş haritası, Samanyolu sarmalının merkezden başlayarak çevreye doğru büyüdüğü tezini doğruluyor.

Samanyolu'nun şu ana kadar çıkarılan en büyük haritası olan çalışma, ABD'nin Florida eyaletindeki 227. Amerikan Astronomik Topluluğu toplantısında tanıtıldı. Araştırmacılardan Melissa Ness, harita ile 'galaksinin oluşumuna dair benzeri görülmemiş detaylar içeren bir bir çalışma yapmış olduklarını' söyledi. Gök bilimciler yıldızların yaşlarını hesaplayabilmek için iki teleskoptan gelen verileri kullandı.

Sloan Dijital Gökyüzü Araştırması sayesinde yıldızların kimyasal yapıları araştırılırken, Kepler uzay teleskobu sayesinde yıldızların ağırlıkları hesaplandı. Astronomlar bu veriler sayesinde yıldızların yaşını hesaplayan ve yaşına göre renklendiren bir model tasarlayarak Samanyolu'ndaki 70 bin yıldıza uyguladı.


KAYNAK:bbc.com/turkce/
Fotoğraf

Fizik Seni Uçurur


Fizik yasaları kağıt üstünde kimilerine sıkıcı gelebilir. Fakat fiziği kurallarına göre oynarsanız işte o denklemler sizi uçurur! Öyleyse nedir bizi uçuran fizik yasaları?

Öncelikle uçağa etki eden 4 temel kuvvetten bahsedelim. Bunlar: ağırlık, itme, direnç ve kaldırma kuvvetleridir. Ağırlık, uçağın kütlesi ve yer çekiminden dolayı oluşan kuvvettir. İtme ise motor gücüyle meydana gelir. Havanın, uçak hareketine karşı koyması da  direnci oluşturur. Kaldırma kuvveti ise kanatlar sayesinde oluşur, bunu ilerleyen bölümde daha detaylı göreceğiz.

Uçağın dikey hareketi “ağırlık” ve “kaldırma” kuvvetleri ile sağlanır. Örneğin kaldırma > ağırlık olduğu durumda uçak yukarı doğru yükselirken, kaldırma < ağırlık  durumunda ise uçak aşağı doğru hareket eder. Yatay hareketler ise itme ve direnç kuvvetleriyle sağlanır. İtme > direnç iken uçak ileri doğru hareket eder. Zıt kuvvetlerin birbirine eşit olduğu durumda yani, kaldırma=ağırlık ve direnç=itme iken, uçağa etki eden net kuvvet sıfır olur. Newton’un 1. yasasına göre bir cisme  etki eden net kuvvet sıfır ise, cisim hareketine sabit hızla devam eder . Öyleyse uçağa etki eden net kuvvetin sıfır olduğu bu durumda uçak sabit yükseklikte ve sabit hızda uçar.

Devami için tiklayiniz: http://www.fizikist.com/fizik-seni-ucurur/
Fizik Seni Uçurur! - Fizikist

Mısır piramitleri hakkında yeni bilgilere ulaşıldı


Mısır piramitleri ile ilgili bugüne kadar bilinmeyen yeni bulgulara ulaşıldığı ve bunların piramitlerin gizemli yönlerinin ortaya çıkmasını sağlayabileceği bildirildi.

Kahire Müzesi'nde düzenlenen basın toplantısında konuşan Mısır Tarihi Eserler Bakanı Memduh ed-Demati, "Piramileri Tarama (Scan Pyramids)” projesi çerçevesinde Japon, Fransız ve Kanadalı bilim adamlarının çeşitli araştırmalar yaptığını söyledi.

Araştırmalar sonucunda, piramitlerin sıcaklıklarıyla ilgili farklı verilerin elde edildiğini belirten Demati, piramitlerin içinde gizli odaların ve koridorların olabileceğinin öngörüldüğünü kaydetti.

Projeyi yürüten Tarihi Eserleri Koruma Merkezi Müdürü Mehdi Tayyubi de Japonya'da üretilen yüksek çözünürlüklü kameralar ile piramitlerin tekrar görüntülendiği ve incelendiğini anlattı.

Kırmızı ve Kuzey Piramit olarak da bilinen Snefru Piramidi'nin zirvesinde sıcaklık derecesinin diğer bölümlere göre daha yüksek olduğunun keşfedildiğini ve bu durumun daha önce bilinmediğini dile getiren Tayyubi, binlerce yıl önce inşa edilen piramitlerin titiz ve sabırlı şekilde incelenmesi gerektiğini vurguladı.

Japon bilim adamlarının, X-Ray ışın teknolojisiyle yaptığı araştırmalarda, Keops Piramidi’nin de kuzey yüzeyinin diğer yüzeylere göre 3 ila 4 derece daha sıcak olduğunun belirlendiği açıklandı. Keops'un kuzey yüzeyinde karanlık bir bölümün tespit ettiği de kaydedildi.

Mısır Eserler Bakanlığı geçen yılın ekim ayındaki açıklamasında, 2016 yılını “Piramit yılı” olarak ilan etmiş ve 4 bin 500 yıl önce inşa edilen piramitlerin daha iyi araştırılması için çalışmaların yoğunlaştırılacağını duyurmuştu. (AA)


Beynin Etrafında Bilgi Taşıyan Zayıf Elektrik Alan Bulundu



Case Western Reserve Üniversitesi’nden araştırmacılar, yavaş beyin dalgalarının beynin zayıf elektrik alanı ile taşınabileceğini gösterdiler. Bu gelişme sayesinde hafıza oluşumu ve epilepsinin anlaşılmasına imkan sağlayabilir.

“Araştırmacılar beynin içinde yer alan bu elektrik alanların, dalga transmisyonu sağlayamacağını düşünüyordu. Fakat öyle görünüyor ki, beyin bu alanları kullanarak , sinaptik transmisyon, boşluk bağlantıları veya dağılım olmadan iletişim kurabiliyor.

Durand ve ekibi bu sonuca ulaşmak için nöral dalgaları kaydederek çok yavaş olduklarını keşfetti. Bu da olaya ortak olan başka bir şey olduğunu gösteriyordu. Tek muhtemel açıklamanın  zayıf elektrik alan varlığında bilgi bilgi aktarımı olabileceğini düşündüler.

Ekip teoriyi test etmek için bilgisayar modelleme ve fare beyninin hipokampüsündeki aktiviteyi inceledi. Beynin bu bölümü hafıza ve uzaysal konumlama ile ilgili olarak çalışıyor. Zayıf elektrik alan 2.6 mV/mm, varlığında bir hücre veya hücre gruplarının komşu nöronları stimüle edebildiğini keşfetti. Bu da beyinden saniyede 10cm/s hızla sinyallerin yayılabileceğini gösteriyor.

Ekip bilgisayar modelinden yararlanarak elektrik dalgasını bloke ederek, hücrelere arasındaki uzaklığı arttırdığında, dalgaların hızının azaltılabileceğini gözlemledi. Ayrıca bu teoride zayıf elektrik alanı sayesinde beyin sinyallerinin yayılımını sağlayabileceğini gösterdi.

“Bu fenomen için pek çok çalışma olsa da , bugüne kadar hiç kimse bu iletişimleri kuramadı.  Bu gibi doğrultulmuş alanlar üzerine olan çıkarımlar sayesinde hem patolojik, hem nöbetle, hem de kognitif ritimlerle etkileşim sağlanarak beyindeki farklı işlemler regüle edilebilir,” diyor Penn State Üniversitesi’nden Nöral Mühendislik Direktörü Steven J. Schiff.

Araştırma ekibinin açığa çıkardığı bu araştırma, hepsi yaklaşık 1m/s hızla ilerleyen uyku halindeyken gerçekleşen teta dalgaları ve epileptik nöbet dalgalarının yayılmasının ardındaki mekanizma olabilir. Araştırmacılar şimdi hangi kısmın epilepsi ve düzenli beyin fonksiyonunda yer aldığını belirlemeye çalışıyor. Eğer bu tespit edilebilirse, bilginin hangi bölgelerde taşındığı ve gerçekten nerede başladığı açığa çıkabilir. Araştırma The Journal of Neuroscience’de yayınlandı. (gercekbilim.com)
Animasyonlu Fotoğraf

Yapay zeka 5 milyon kişiyi işinden edecek

Yapay zeka 5 milyon kişiyi işinden edecek !
Gelişen teknolojiyle birlikte robotlar, birçok iş alanında insanların yerini alıyor. 2020 yılına kadar, yapay zeka teknolojisinin gelişmesiyle  5 milyon kişinin işini kaybedeceği tahmin ediliyor.

Yüksek teknoloji ürünü akıllı robotlar, birçok sektörde insanların yerini alıyor. Dünya Ekonomik Forumu'nun Davos zirvesi öncesinde yayınladığı analizde bu sonuca varıldı.

Araştırma, dünyadaki işgücünün yüzde 65'ine sahip 15 ülkede yapıldı. Hazırlanan raporda,  yapay zeka teknolojisinin gelişmesiyle 2020 yılına kadar 5 milyon kişinin işini kaybedebileceği  belirtildi.
Araştırmaya göre, robotların devralacağı iş alanları arasında  büro işleri, üretim, imalat, inşaat, madencilik ve sağlık sektörü öne çıkıyor.
Kadın çalışanların erkeklere oranla daha fazla iş kaybı yaşayacağı da çalışmanın bulguları arasında.  

Aynı dönemde insanlar için yeni iş alanlarının ortaya çıkacağı,  özellikle data analizi ve özel satış temsilcileri gibi alanlarda işgücüne ihtiyaç duyulacağı kaydediliyor.  
Bu hafta Davos'ta yapılacak  dünya ekonomik forumunun  esas konusu da 'dördüncü endüstriyel devrim' olacak.
Bu başlık altında robot teknolojisi, nano kteknoloji, biyo teknoloji ve 3 boyutlu yazıcıların önümüzdeki dönemi nasıl şekillendireceği konuşulacak.


(Ntv)
Fotoğraf

İŞİNİZİN YANINDA DAHA FAZLA ÖZGÜRLÜK MÜ İSTİYORSUNUZ?

Yeni bir şirketi kurmak ve büyütmek her zaman çok zordur. Bazen maddi problemler yaşarsınız, bazen kapıdan çevrilirsiniz, bazen dibe vurursunuz, bazen gergin anlar yaşarsınız. Ancak şurası kesin ki zaman konusu her zaman sorun olur. 
İşinizin başlarda çok vaktinizi aldığını biliyoruz. Mesainin her anını, hatta geceleri bile değerlendirmeniz lazım ki sıfırdan çıktığınız bu yolda artılara geçebilesiniz.
Ancak hayatınızı tümüyle işinize ayırdığınız günler mutlaka bir yerde bitecek ve artık işinizin yanında kendinize daha fazla serbest  zaman ayırmak isteyeceksiniz. Bu zamanı yaratmak için size 4 tavsiyemiz var;
1- Eğitim verin
Sizin özgürlüğünüz, yanınızdaki kişilerin işlerini iyi yapmasına bağlı. Eğer kusursuz işleyen bir düzen kurabilirseniz, her seferinde geri dönüp kontrol etmeniz gerekmeyecektir. Bu sebeple başlarda fazladan biraz zamanı bu konuya ayırmanızı tavsiye ederiz. Uyumu artırmak, düzenin nasıl daha sağlıklı işleyeceğini anlamak ve belirli konularda çalışanlarınıza eğitim ve antrenman yaptırmak sizin faydanıza olacak.
2- Harcamalarınızı iyi yönetin
Hem şirket hem de kişisel harcamalarınızı yönetmeniz oldukça önemli. Zira gelirlere bağlı olarak harcamalarınızı da artırırsanız bir süre sonra paranın kölesi olmaya başlayacaksınız ve her zaman daha fazla para kazanmaktan başka çareniz olmayacak. Ancak kişisel ve şirket giderlerini iyi yönetirseniz kazandığınız para kasanızda kalacak ve böylelikle hem zamanınızı hem de iş gücünüzü daha ideal biçimde yönetebileceksiniz.
3- Önceliklerinizi belirleyin
Yapılacak işler listesi uzar gider. Eğer düzensiz bir listeniz varsa zihniniz çok dağılacak ve veriminiz düşecek. Bu da basit işler için bile daha fazla zaman harcamak demek. Eğer yapacağınız işleri akıllıca bir şekilde önceliklere göre sıralarsanız, bu hem daha verimli çalışmanızı hem de uzun vadeli işlere daha hazırlıklı olmanızı sağlayacak.
4- Sınırlar koyun
Bir şirkette çalışansanız, sınırlarınız bellidir: sabah 9 ve akşam 6 arası mesainizi şirket için harcamak zorundasınızdır. Bu saatler dışında ise özgür olursunuz. Söz konusu kendi şirketiniz olduğunda ise sınırlar ortadan kalkar. Bu aslında başlarda iyi bir şeydir. Sadece mesai düzeniyle çalışırsanız bazı şeyleri başarmanız çok uzun zaman alabilir. Ancak sınırları tamamen ortadan kaldırmak da doğru değil. Eğer işlerinizi yavaş yavaş yoluna koymaya başladıysanız, kendinize dinlenecek zamanlar ayırmalısınız.
Bu sebeple gün içerisinde belirli saatlerden sonra çalışmayın, haftanın bir gününü sevdiklerinizle vakit geçirmek için ayırın. Kendiniz için çalışıyor olsanız da sınırları korumanız şart.

Güneş Sistemi'ne yeni bir gezegen ekleniyor


Gök bilimciler, Güneş Sistemi'nin dış kısmında, Plüton'un ötesinde 9'uncugezegenin olduğuna işaret eden "güçlü bir kanıt" elde ettiklerini açıkladı.

Sonuçları "Astronomical Journal"da yayımlanan araştırmada California Teknoloji Enstitüsünde görevli gök bilimciler, matematiksel hesaplamalar ve bilgisayar simülasyonları yardımıyla Güneş Sistemi'nin dış kısmında, Dünya'nın 10 katı büyüklükte 9'uncu bir gezegenin varlığını kanıtlayan bulgu elde etti.

Henüz doğrudan gözlemlenmeyen gezegenin yörüngesi ve Güneş Sistemi'nin dış kısmındaki rolü konusunda derinlemesine inceleme yapan gök bilimcilerden Konstantin Batygin, "150 yıl sonra ilk kez Güneş Sistemi'ndeki gezegen sayımının henüz bitmediğine dair esaslı kanıt mevcut" ifadesini kullandı.

Güneş'in çevresindeki bir turunu 20 bin yılda tamamladığı öngörülen 9'uncu gezegenin, sistemin dış ucundaki "cüce" gezegenleri çekim gücüyle etkilediği sanılıyor.

Araştırmanın, on yıl önce Pütonun "cüce" gezegen sınıfına sokulmasıyla sonuçlanan keşifleriyle ün kazanan gök bilimci Mike Brown'un liderliğinde yürütüldüğü belirtildi.

Brown, antik dönemlerden günümüze değin Güneş Sistemi'nde iki gerçek gezegenin keşfedildiğini hatırlatarak, 9'uncu gezegenin bu bağlamda 3'üncüsü olacağını söyledi. (AA)

 Fotoğraf

Nörobilimin yeni keşfi: İnsan beyni 4,7 milyar kitabı depolayabilir

ABD’li bilim insanları, hafızamızdaki bilgileri depolamaktan sorumlu sinapsların depolama kapasitesini inceledi ve bunun ilk düşünüldüğünden 10 kat daha fazla olduğunu ortaya koydu.

Telegraph’da yer alan habere göre bir sinaps, ortalama 4,7 bitlik bilgiyi depolayabiliyor. Bu insan beyninin kapasitesinin 1,000,000,000,000,000 bit yani bir petabayt olduğu anlamına geliyor. Bir petabayt , 20 milyon tane dört çekmeceli dosya dolabını dolduran metine, 13,3 yıllık HD-TV kaydına, 4,7 milyar kitaba veya 670 milyon web sayfasına eşdeğer.

eLife’da yer alan çalışmanın sahibi Kaliforniya’daki Salk Biyolojik Çalışmalar Enstitüsü’nde görevli Profesör Terry Sejnowski, keşfi, nörobilim alanında gerçek bir bomba haber olarak niteliyor ve düşük enerjiyle yüksek işlem gücüne sahip hipokampal nöronların çalışma prensiplerini anlamak için anahtar görevi üstleneceğini söylüyor. (sozcu)

10 Ocak 2016 Pazar

KAYIP MI OLDUN?


Biz, ne soyutuz ne somut, soyut ve somut arasında bir dönüşüm halindeyiz. Bir taş, bir ağaç ya da su değiliz. Doğadaki herhangi bir memeli canlı değiliz..Bir gezegen hiç değiliz. Bunların hepsiyiz, hepsinden özellikler taşıyoruz ama hepsinden de farklıyız..

Mikroda kayıp

Biliyorsunuz bir zamanlar en küçük yapıtaşı olarak atom biliniyordu. Sonra baktık ki atomun da altında atomu oluşturan parçacıklar var. Parçacık yani bizim bildiğimiz en küçük yapıtaşını oluşturan başka yapıtaşlarının ve fizik yönden ele alırsak kuantum boyutunda, ışığa doğru kaydığı görülüyor, çünkü artık fotonlarına ayrışıyor.

Her birimiz ayrı bir kuant ya da atom olabiliriz. Bizler bir araya gelerek insan denen sistemi oluşturuyoruz. Daha büyük bir canlılnın bedenindeki sistemler ya da hücreler olma ihtimalimiz var. Biz şu anda hücrelerimizin bilinç seviyelerini bilemeyiz ama onlar da kendi içlerinde böyle bir felsefe yapıyor olabilirler.

Orada da (bedenimizde) bir evren var, içerde... Ve o hücresel seviyede çok ciddi bir veri transferi var. İşbölümü, paylaşma,aynı ülkelerin sınırlarla ayrılmaları gibi hücrelerin de büyüme sınırları var. Hep içerde bir devinim, hareket, büyüme, durma, gerileme ve yok olma sürecinde bir yaşam mücadelesi veriliyor. hücre seviyesiyle ya da hücre ile kendimizi eşleştirirsek, başka bir sistemin içinde, o sistemin parçası, bir organizmanın, bir organ parçası olma ihtimalimizin yüksek olduğunu söyleyebilirim. 
Hepimiz bir sistemin içinde yaşamıyor muyuz? Her devlet kendi içinde bir sistem değil mi? Dünya bir sisteme dahil değil mi? Güneş sistemimiz bir galaksi sistemi içinde değil mi?

Makroda kayıp
Güneş dünyaya oranla oldukça büyük değil mi?  VY Canis Majoris olarak bilinen bir yıldız Güneş’ten yalnızca 1 milyar kat daha büyük. Yani, küçük yavru güneşimizden çok daha büyük yıldızlar var.Galaksilerin yanında ise güneş, kan hücresi ve Amerika kıtası karşılaştırması yapılacak kadar..
Hubble teleskobu ile çekilen fotoğraflara baktığımızda ise, kendi gezegenleri bulunan milyonlarca yıldız sisteminden oluşan onbinlerce galaksi var. Yerel süper kümelerin ötesini ise henüz gözlemleyemiyoruz...
...
Evrenin bir ucunda hiç kadar yer kaplamayan insan.. Evrende kayıp.. Kendi içinde kayıp..

Fotoğraf

İYİLEŞMEYE İNANMAK (PLASEBO ETKİSİ)



Plasebo kelimesinin kökeni 14. yüzyıla dayanıyor. Kelime, anlam olarak latince “Sizi hoşnut edeceğim.”anlamına geliyor. Bu yıllarda, ölülerin ardından para ile ağlayan kişiler tutulurmuş ve bu kişiler ağlamaya “Placebo Domino in regione vivorum.” yani “Yaşayanlar aleminde, Tanrı’yı hoşnut edeceğim.” diye başlarlarmış. Aslında, ölünün ardından ağlaması gereken aile üyelerinin yerini tutan ve onlar yerine ağlayarak Tanrıyı ve ölen kişinin ruhunu “hoşnut tutma” görevini üstlenmiş bu kişilere zamanla “Placebo” denmeye başlamış.
Zamanla, kelime tıp dünyası tarafından ödünç alınmış ve “ilaç yerini tutan yöntemler” anlamında kullanılmaya başlamış. 1811 yılında, ilk defa Quincy Tıp Sözlüğü’ne girmiş: “hastayı iyileştirmekten çok memnun etmeye yarayan tedavi yöntemleri.”

Günümüzde plasebo etkileri denen bir grup fenomeni şöyle tanımlayabiliriz:
“Plasebo etkileri, hastalığı tedavi edecek herhangi bir etkinliği olmayan farmakolojik olarak etkisiz maddelerin veya nedensiz girişimlerin, hastaların şikayetlerini azaltarak kendilerini daha iyi hissetmelerine neden olan etkilerdir.”

TELKİN YOLUYLA İYİLEŞTİRİLENLER

Günler boyunca süren bir deney düşünün. Deneyde fiziksel acıya maruz kalan birine, önce bu acıyı dindirecek oranda morfin enjekte ediliyor, son günündeyse morfin yerine tuzlu su solüsyonu veriliyor. Sizce hasta aradaki farkı anlayabilir mi? Farmakolojik olarak hiçbir etkiye sahip olmayan tuzlu su acıyı dindiremeyeceği için bu soru ilk başta saçma gelebilir. Ama kimi zaman dindirebiliyor.
Plasebo etkisi adı verilen bu durum, bir şekilde kişinin kendisine telkinde bulunup aldığı şeyin ilaç olduğuna ve acısını dindirebileceğine inanmasıyla gerçekleşiyor. Aslında Plasebonun fiziksel anlamda tedaviye yönelik bir gücü yok ama ilacın işe yaracak olması yönündeki  “düşünce ve inanç “ , bilimsel olarak kesin olarak açıklanamıyor olsa da işe yaramasını sağlıyor.
 
İlaç endüstrisi , yeni ilaçlarını plasebo deneyleriyle test etmekteler. Son yıllarda bu testler sırasında ortaya çıkan plasebo etkisi yüzdesinin ciddi oranda arttığı görüldü. Bu durum, ağrı kesicilerin gerçekten işe yarayıp yaramadığı hakkında net bir fikir elde edilememesine yol açıyor. Bu nedenle yeni bir ağrı kesici geliştirmekte zorlanıyorlar. Çünkü testler esnasında plasebo ilacı alan grupla, gerçek ağrıkesiciyi alanlar arasında belirgin bir fark görülmüyor, her iki test grubunda da ağrı eşit seviyelerde dindirilmiş oluyor. Peki tedavi edici gücü olmayan bir hap alarak iyileşebiliyorsak neden ilaca ihtiyacımız var?

BEYİNDE PLASEBO ETKİSİ NÖROKİMYASAL ETKİLER

Bir grup araştırmacı, plasebo ilacı aldıklarında acılarının dindiğini söyleyen insanların o sırada gerçekleşen nöron aktivitelerini ölçtü. Sabtalamik çekirdek adı verilen bölgedeki nöron grubunun, tuzlu suyla tedavi sırasında normalden daha az ateşleme yaptığı görüldü. Bu bölge, Parkinson hastalığının semptomlarını  geriye çevirmek için uygulanan cerrahi müdahalelerde hedef alınmasıyla tanınıyor. Çünkü hastalığın titreme ve kas sertliği gibi semptomları, buradaki bazı süreçler sonucunda ortaya çıkmakta. Yani plasebonun Parkinson hastalarında da olumlu etki yarattığı görüldü: Sabtalamik çekirdekteki nöron aktivitesini yavaşlatıp hastalığın bazı semptomlarını tedavi ediyor. Tabi insan beyninin sırları, sadece bir bölgedeki nöronların aktivitelerinde oluşan değişimin izlenmesiyle çözülemiyor. Yine de bizim için ipuçları bırakıyor ki, bu da bilimin ilerlemesi için son derece önemli.
 Son yapılan çalışmalarda plasebo uygulamalarının, psikolojik etkilerin de ötesine geçerek, beyindeki kimi nörokimyasal mekanizmaları da tetiklediği saptanmış durumda. Özellikle ağrı şikayetinin ortadan kalkmasında etkin olan iki mekanizma olduğu düşünülüyor:  endojen opoioid sistem ve endocannabinod sistem.
İnsanlarda bulunan doğal ödül mekanizmaları, yemek, su, seks ve para gibi uyaranlar sonucunda nucleus accumbens denen beyin bölgesinin uyarılması ve bunun sonucunda da dopamin maddesi salgılanmasına neden oluyor. Plasebo uygulanması sonucunda da aynı ödül mekanizmaları tetikleniyor. Uygulanan tedavi ile daha iyi olacağı beklentisine giren hastada, bu beklenti dopamin artışına neden oluyor ve artan dopamin hastanın kendini daha iyi hissetmesini, ağrılarının hafiflemesini, şikayetlerinin geçmesini sağlıyor.
İNANCIN ETKİSİ
Açık olan bir şey var ki zihin, vücudun biyokimyasal süreçlerini etkileyip değişime uğrayacak güce sahip. Tedavi edici olduğu söylenilen bir ilaç için oluşan yüksek 'beklenti', onun ne derecede işe yarayacağını belirleyebiliyorsa, bu etkinin tam olarak kimlerde, nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıktığının araştırılması gerekiyor.Deneklerin psikolojik ve  psikiyatrik yöndeki geçmiş öyküleri, çevre koşulları, bağımlılıkları, hatta batıl inançlar hakkındaki inanma skorlarının tek tek incelenmesi gerekiyor.
 
Beyin, kendi içerisinde bağımsız işleri yoluna koyma beceri ve yetisine sahip olsa da, kişinin inancı ve yoğunlaştığı düşünceler, beyni hem olumlu hem olumsuz yönde etkileyebiliyor; bir etken olması ön koşuluyla:

Bay M, birdenbire ortaya çıkan körlükle 2 aydır mücadele ediyordu. Yapılan tüm araştırma ve tetkikler fizyolojik olarak hiçbir sorununun olmadığını gösteriyordu. Psikiyatri kliniğimize başvurduğunda, hastane hastane gezmesi ve sonuç alamaması ve körlüğünde en ufak bir değişim olmaması Bay M.'yi intiharın eşiğine getirmişti. Daha önceki inceleme sonuçlarının tamamen temiz olması, bize plasebo etkisinin neden olabileceği 'ters ve olumsuz' etkiyi düşündürdü. Dikkatli ve titiz görüşmeler, hastanın körlüğünden 6 ay önce ciltte oluşan güneş lekeleri için bir ilaç kullandığına ulaşıldı. Hasta, ilacı kullanmış ve şikayetleri azalmıştı, lakin kullandıktan daha sonra prospektüsün içinde yer alan yan etkiler kısmında ' Gözde geçici körlüğe sebep olabilir' cümlesini okuduktan  10 gün sonra birdenbire gözleri kör olmuştu. Yapılan görüşmelerde, uzun saatler boyunca bu konuyu düşünmüş ve yoğun stres altına girmişti. İlaç firmasının güvenilir olması,  “Körlük yapar diyorlarsa mutlaka kör olacağım“ şeklinde bir inanç geliştirmesi ve buna koşulsuz inanmasını sağlamıştı. Hastanın bu sıkıntısını anladıktan sonra aynı yöntemle plasebo ilacını hastaya verdik:  “Körlüğünüzün kaynağını bulduk. Bu ilaç yeni geliştirildi, en fazla iki gün içinde gözleriniz açılacak.“ şeklinde bir açıklama yapıldı. Hasta kliniğe yatırıldı, 32 saat sonra hasta tekrar görmeye başladı. Bu süreç  tamamlandığında, hastaya körlüğünün nedenleri, oluşumu ve iyileşme süreci titiz bir çalışmayla açıklandı. Bay M, bir daha körlük sıkıntısı yaşamadı. (D.No: 35241-13.C)

Sonuç: Beyin mi insanı etkiliyor, insan mı beyni etkiliyor, inanç ve beyin mi insanı etkisi altına alıyor? Sorusu, uzun bir zaman Nörologları ve sinir bilimcileri meşgul edeceğine benziyor. Günlük hayatta mutlaka başınıza gelmiştir, gününüzün kötü geçeceğine inanırsanız o gün başınıza bir çığ düşmediği kalır. Tüm olumsuzluklar sizi bulur, gününüz mahvolur. Bir arkadaşınıza, 'Kötü görünüyorsun hasta mısın?' diye sorduğunuzda gün içinde hastalanabilir. Hasta olana ise 'Bugün gayet iyi görünüyorsun.' dediğinizde gün içinde daha iyi bir seyir izler. Dahası, bir insana sürekli 'kötü, beceriksiz, işe yaramaz' telkininde bulunursanız, öyle olmasa dahi buna inanmaya başlar ve tam dediğiniz gibi insan olur. 
Kendinize, hangi yönde telkinlerde bulunursanız, beyin o sonuca ulaşmak için fizyolojinizi ve kimyasallarınızı o yönde etkiler. Olumsuzlama, sinir hatlarınızın kalınlığına ve inceliğine göre olumlamadan daha hızlı bir seyirle sizin ve çevrenizdeki insanların (buraya hayvanları ve doğayı da ekleyebilirsiniz) beyninizi etkilediğini unutmayınız.
Sağlıcakla kalınız.

Linki tıklayarak, Dr Ben Goldacre' nin eğlenceli anlatımıyla konu hakkında araştırmalara ve etkilerine kısaca göz atabilirsiniz.
https://dotsub.com/
Fotoğraf

Gözler

1 Bilgi: İnsanlar ve köpekler dışında gözlerle verilen mesajları algılayabilen başka bir canlı yoktur. Parmak izi 40 farklı özelliği barındırırken bu sayı retinada "256" dır. Bu nedenle yüksek korumalı yerlerde (FBI/CIA ve bu kurumları denetleyen DIA gibi) parmak izinden çok retina taraması yapılır. Bilim kurgu filmlerinde görüldüğünün aksine, kadavranın gözü bu optik tarayıcılardan geçemez. Yani, retina taraması sırasında gözün sahibinin "canlı" olması gerekmektedir.
Göz kırpmak vücuttaki en hızlı kas hareketidir. .Beyindeki enerjinin %65'ini gözler kullanır.
Yapılan araştırmalar en küçük bir sesin dahi insanın göz bebeklerini büyüttüğünü ortaya koymuştur. Bu nedenle dikkat gerektiren bir işle ilgilenen birisi en küçük gürültüden bile rahatsız olur. Bunun nedeni; göz bebeği büyümekte ve net görememekte, beyne ilgilenilen işin görüntüsünü 'bulanık' olarak aktarmasıdır.
Göz sağlığınızı korumak için her 6 ayda 1 defa göz muayenesi kontrollerinizi yaptırmayı unutmayın.
Fotoğraf