30 Ocak 2016 Cumartesi

Bir Balık Çölde Nasıl Hayatta Kalabilir?


Bir Balık Çölde Nasıl Hayatta Kalabilir?
Çöl dişlisazanı, ısının yıkımından korunmak için evrim geçirmiş. Ancak çare olarak bulduğu oksijensiz dönemlerin de sakıncaları var.
Susuzlukla özdeşleşmiş bir coğrafyada bir balık nasıl hayatta kalabiliyor?


Asla bir çöl dişlisazanına karşı nefes tutma yarışına girişmeyin. Kaliforniya’nın Ölüm Vadisi yakınlarındaki sıcak kaynak sularında yaşayan minik yüzücü, bu yıl yayımlanacak yeni bir araştırmaya göre beş saat boyunca oksijensiz yaşıyor. Geçtiğimiz hafta düzenlenen Amerikan Fizyoloji Derneği Deneysel Biyoloji Toplantısı’na katılan araştırmacılar, bu olağanüstü becerinin çöl türünün çevredeki hızlı değişime karşın varlığını sürdürmesini sağlayan bir uyum yöntemi olduğunu belirttiler.

Sıcak Kavururken Las Vegas’taki Nevada Üniversitesi’nden Frank van Breukelen ve Stanley Hillyard, kritik tehlike altındaki çöl dişlisazanının son 10 bin yıldan nasıl sağ çıktığını anlamak istemişler. Bir zamanlar serin ve büyük bir göl olan yaşam alanları, görece kısa sayılabilecek bu süre içinde 35°C’lik bir dizi küçük havuza dönüşmüş.
Bu balıkların evrim öyküsüne bakınca, “çok da uzun olmayan bir süre önce daha serin ortamlarda yaşadıkları anlaşılıyor,” diyor van Breukelen. Ortamın sıcaklaşması sadece kötü bir talih: “Bazen hayvanlar da kötü semtlerde yaşayabiliyor,” diyor.

Bilim insanlarına göre balık bu değişime, ürediği sığ ve sıcak sahanlık alanlarda daha az zaman harcamak gibi davranış değişiklikleriyle cevap vermiş. Yavrulamaya daha az zaman ayırmak türlerin gelişimine destek olmuyor elbette. Doğal ortam kaybı ve yerel olmayan türlerle yarıştan büyük zarar gören çöl dişlisazanı açısından bu durum ciddi bir endişe kaynağı.

Kuralları Değiştirmek

Balığın, psikolojik esneklik sayesinde kurtulduğunu söylüyor van Breukelen. Esneklik örnekleri arasında, çevre koşullarına bağlı olarak kış uykusuna yatıp yatmayan hayvanları ya da toprak kurbağası iribaşı gibi hepsinin sağ kalması için yeterli kaynak olmadığında kardeşlerini yiyen hayvanları saymak mümkün. Bu uygulama, durumun gereklerine göre esneklik göstermek anlamına geliyor. Araştırmacılara göre, çöl dişlisazanının durumunda esneklik, nefes almada, daha doğrusu nefes almamada kendini gösteriyor. 

Nefesle alınan oksijeni parçalamak, enerji ortaya çıkarmak için çok elverişli bir yol. Ancak yüksek ısılı bir ortam söz konusu olduğunda bu işlem balık için tehlikeli olabiliyor. Çünkü çok fazla miktarda serbest radikal ortaya çıkarıyor. Kimyasal olarak reaktif moleküller olan serbest radikaller, proteine, hücre zarına ve DNA’ya zarar veriyor. 

Çöl dişlisazanı bu zararı, oksijenli (aerobik) solunum ile oksijensiz (anaerobik) solunumu aralıklarla birbirinin yerine geçirerek en aza indirgiyor. Bazen beş saatlik dönemler boyunca oksijensiz kalabiliyor. (Anaerobik solunum insanlar tarafından, yoğun egzersiz sırasında oksijen kaslara erişme hızından daha hızlı tüketildiğinde kullanılıyor.) 

Bu dönemlerde balık etanol üretiyor ve bunu bir damla oksijen dahi olmadan enerjiye dönüştürüyor. Araştırmacılar bu işlemin çöl dişlisazanının aşırı sert koşullara sahip bir ortamda yaşamaya devam etmesinin nedeni olduğunu düşünüyor. 

Kötünün İyisi

Ancak bu basit bir ikame işlemi değil. Araştırmacılar çöl dişlisazanı metabolizmasının, oksijensiz dönemlerde oksijen olduğu zamanlara kıyasla 15 kat daha hızlı enerji üretmek zorunda kaldığını keşfetmişler. 

“Bazen organizmalar kötünün iyisini seçmek zorunda kalıyor ama bu da alternatifin iyi bir seçenek olduğu anlamına gelmiyor,” diyor van Breukelen. “Bu işlemin balığı çok zorladığını düşünüyoruz.” Oksijensiz solunum hücresel zararı azaltıyor, ama balığın yaşam süresinin görece kısa olmasından sorumlu olabilir. 

Ancak hızlı değişen iklim, çöl dişlisazanını hiç yoktan iyidir tarzı bu çareye başvurmak zorunda bırakmış gibi duruyor. 

Kısa yaşam sürecine rağmen bu küçük balığın etkileyici yetileri olduğunu söylüyor van Breukelen. “Bazen balığın bu ‘paradoksal anaerobizmi’ kullanarak yüzdüğünü görüyoruz. Oksijen olmadan hızla yüzmeye çalıştığınızı düşünün! Çılgınca bir şey.”
kaynak:nat geo

Jennifer S. Holland
Joel Sartore, National Geographic Creative

Evrim Hakkında Birkaç Şey



Evrim Hakkında Birkaç Şey
Australopithecus afarensise (Lucy) ait bir omurganın bir modeli, modern insana ve şempanzenin gölgelerinin yanında yerini almış
Yeni bulunan Homo naledi fosilleri evrimi tekrar gündeme taşıdı. Konuşmaları bir zemine oturtabilmek için insan evrimiyle ilgili temel soruları derledik.

Aile ağacımızın en yeni üyesi Homo naledi'nin keşfi, insan evrimini tekrar bahis konusu yaptı. Konunun özüne dair bazı soruların unutulmuş olabilecek cevaplarını tekrar hatırlıyoruz.

Bilim insanları evrimin gerçekleştiğinden neden emin?

Birkaç nedenden ötürü. Genetik dizilememizin neredeyse yüzde 99'unu şempanzeler ve bonobolarla paylaşıyoruz. Bu da çok güçlü bir şekilde ortak bir atadan geldiğimiz anlamına geliyor. Ayrıca türümüzün önce diğer büyük maymunlardan, sonra da şempanzeler ve bonobolardan ayrıldıktan sonra zaman içinde git gide daha fazla insana benzeyen türlerin varlığını gösteren binlerce fosil bulundu.

Biyologlar diğer bazı türlerin hem laboratuvarda, hem de doğal ortamda evrim geçirdiğine ise bizzat tanık oldu. Antibiyotiğe dayanıklı mikroplar da evrimin bir çeşidi. Hayvan üreticileri de evrime sürekli müdahale ediyor: Tümünün soyu kurtlara dayanan ve birbirinden inanılmaz derecede farklı olan köpek türleri bunun bir örneği.

Peki evrim nasıl işliyor?

Bizim ve birkaç virüs hariç dünyadaki tüm organizmaların genlerini oluşturan DNA rastgele bir mutasyona uğruyor. Arada sırada bu mutasyonlardan bazıları, hayvanın kürkünün rengi veya belirgin bir davranış değişikliği gibi önemli özelliklerin değişmesine yol açıyor. Hayvan üreticileri, hayvanlarının sahip olmasını istedikleri özelliklere sahip bireyleri seçip üretiyorlar – buna yapay seçilim adı veriliyor. Doğada ise seçilim hayvanın çevresindeki faktörler ve karşı cins tarafından yapılıyor. Buna da doğal seçilim adı veriliyor.

Örneğin eğer bir hayvan avcılardan daha iyi saklanıp korunmasını sağlayacak bir kürk rengiyle doğarsa daha uzun yaşayabiliyor ve daha çok yavru sahibi olabiliyor. Eğer daha uzun bir kur yapma seansı eşlerine daha çekici geliyorsa bu da daha çok üremesini sağlayabiliyor. Benzer kullanışlı mutasyonlar zamanla nüfus içinde yayılıyor ve türün görünümünü değiştiriyor. Yeterli zaman geçtikten sonra bu durum yeni bir türün oluşmasını bile sağlayabiliyor.


Yukarıda görülen ve iki milyon yıl önce rastlanmaya başlayan üç Homo türü, insanın meydana çıkışında doğrusal bir çizgi olmadığını destekleyen bir bakış açısı sunuyordu. Homo naledi'nin aynı anda hem primitif, hem de gelişmiş özellikleri olması da bunu destekliyor. [Canlandırmalar: John Gurche]
İnsan evrimindeki belli başlı dönüm noktaları hangileri?
İnsan soyu en az 7, en fazla 13 milyon yıl önce maymunlardan ayrıldı. Kesin olarak soyumuza ait olan ve dik yürüyen en eski tür australopithecinler oldu. Australopithecinlerin en ünlüsü Lucy'nin de türü olan Autralopithecus afarensisti (Lucy'nin 3,2 milyon yaşında olduğu düşünülüyor). Bizim cinsimize ait bilinen en eski fosil 2,8 milyon yıl öncesine uzanıyor (söz konusu fosil de bu yıl bulunmuştu). Fakat bulunan en eski taş aletlerse 3,3 milyon yıl yaşında. Yani bu aletler ya Lucy gibi australopithecinlere ait, ya da bilim insanları onları yapan ilk Homoları henüz bulamadı. Tıpkı australopithecin'ler gibi, Homo erectus ve Homo habilis gibi ilk homo türleri de iki ayak üzerinde yürüyordu.

Atalarımızın ateşi ne zaman kontrol aldığına dair tartışmalar ise devam ediyor. Tahminler 800 bin yıl ila 1 milyon 800 bin yıl öncesi arasında değişiyor. Bir teoriye göre yemek pişirmeyi keşfetmemiz etten daha fazla enerji elde etmemizi, bunun sonucunda da insan beyninin evriminin hızlanmasını sağladı. Büyük beyinler ve becerikli eller de, karmaşık diller, sanat ve tarım gibi son 100 bin yıl içinde gerçekleşen ve insanların ayrışmasına yol açan birtakım gelişmelerin ön şartıydı.

Bütün bunlar nerede gerçekleşti? Ve nerede gerçekleştiği neden önemli?

Hem fosillere dayanan, hem de genetik kanıtlar, görece olarak yakın dönemlere kadar insan evriminin Afrika'da gerçekleştiğini gösteriyor. Homo cinsinin önce Afrika'nın güneyinde mi, yoksa doğu bölgelerinde mi ortaya çıktığı ise gizemini koruyor. Türümüzün nerede evrildiğini bilmek önemli çünkü uyum sağladığı çevre, bugün hâlâ bize eşlik eden yapının şekillenmesini sağladı. Nereden geldiğimizi bilmemiz, nerede olduğumuzu anlamamız açısından önem teşkil ediyor.

Aynı şekilde hem fosillere, hem de genetik bulgulara dayanan kanıtlara göre günümüzden 60 bin yıl önce modern insan Afrika'dan çıkarak tüm dünyaya yayılmaya başladı. Genetik kanıta göre de Afrika'dan çıkar çıkmaz bir ölçüde Neandertallerle ve gizemli Denisovalarla melezlendi. Bugün Homo sapiens dünyadaki tek insan türü, fakat bu yalnızca 30 bin yıldır böyle.

Bilim insanları neden maymunlarla bizim aramızdaki "kayıp parçayı" bulamadı?

Çünkü öyle bir parça yok. Şempanzeler (ve diğer maymunlar) evrim geçirip insan olmadı. Her iki tür de ortak bir atadan geldi ve farklı yollara gitti. Buradaki asıl soru, hem şempanzelere, hem de insanlara evrilen son ortak atamız kimdi? Bu sorunun cevabını henüz bilmiyoruz.

Hem bizim, hem de diğer maymunların geçirdiği evrim sona mı erdi?

Kesinlikle hayır. İnsanlar evrilmeye devam ediyor, fakat günümüzde evrime biyolojimiz kadar kültürümüz ve teknolojimiz de yön veriyor. Diğer maymun ve hayvan türleri de evrimlerine devam ediyor; özellikle yaşam alanlarının insanların elinde muazzam değişimler geçirdiği bu dönemlerde.
kaynak:nat geo 
 
Nadia Drake
Kenneth Garrett

Işığı Görmek


Işığı Görmek
Küba kaya iguanasının (Cyclura nubila nubila) gözü evrimin temel gerçeğine bir pencere açıyor: Oluşum, gereksinimin ardından geliyor. Bu gündüzcül hayvanın retinasındaki dört tip koni hücresi gündüz saatlerinde mükemmel bir renk görüşü sağlıyor. Sürüngenin kafasının üstünde yer alan daha basit yapıdaki üçüncü göz ise ışığı algılıyor ve vücut ısısının ayarlanmasına yardımcı oluyor.
Göz, doğanın en zarif tasarımlarından biri olabilir.
"Birine hayvanlarda gözün ne işe yaradığını sorarsanız, alacağınız yanıt bellidir: İnsan gözü ile aynı işe yarar. Ama bu doğru değil. Hem de hiç doğru değil."

Dan–Eric Nilsson İsveç’te, Lund Üniversitesi’ndeki laboratuvarında kutu denizanasının gözlerini inceliyor. Nilsson’ın gözleri, ki kendisinin iki gözü var, buz mavisi ve doğruca ön tarafa bakıyor. Kutu denizanasının ise tam 24 adet gözü var; rhopalia adı verilen dört ana kümeye ayrılmış bu gözler koyu kahverengi. Nilsson bana ofisinde söz konusu gözlerin bir modelini gösteriyor. Tümörlerle kaplı bir golf topu gibi görünüyor. Esnek bir sap, gözleri denizanasına bağlıyor.


Yassı solucanların (Dugesia dorotocephala) kafasındaki siyah noktalar gerçek gözlerin en basit formunu temsil ediyor: ışığın hangi yönden geldiğini algılayan ama ışığı odaklayacak lenslerden yoksun, basit çukurlar.
Nilsson, “İlk gördüğümde, gözlerime inanamadım,” diyor. “O kadar tuhaf görünüyorlar ki.”

Her bir rhopaliumda bulunan altı gözün dördü, ışığı algılayan basit yarıklar ve çukurlardan ibaret. Ama diğer ikisi şaşırtıcı ölçüde karmaşık; aynen Nilsson’ın gözleri gibi onların da ışığa odaklanan lensleri var ve daha düşük çözünürlükte de olsa etrafı görebiliyorlar.

Nilsson kendi gözlerini, diğer birçok şeyin yanı sıra, hayvanlardaki görme yetisinin çeşitliliği hakkında bilgiler toplamak için kullanıyor. Peki ya kutu denizanası? Jelatini andıran, nabız gibi atan ve dört tane yakıcı dokunaç demetine bağlı bu yumuşak yumru, doğadaki en basit canlılardan biri. Doğru düzgün bir beyni bile yok –yalnızca çan bölgesini çevreleyen bir nöron halkası var. Böylesi bir canlının hangi bilgiye gereksinimi olabilir ki?


Bu kutu denizanası (Tripedalia cystophora) yalnızca 10 mm uzunluğunda ama yine de dört rhopaliada toplanmış 24 göze sahip. Her bir rhopaliumdaki (solda) altışar gözün dördü basit fotoreseptörler, ama diğer ikisinin ışığı odaklayan lensleri var. Statolit adı verilen ağırlıklar üstteki lensli gözün sürekli yukarı bakarak, yiyecek ve barınak anlamına gelen mangrov kubbeleri aramasını sağlıyor.
2007 yılında Nilsson ve ekibi kutu denizanasının (Tripedalia cystophora), aralarında yüzdüğü mangrov kökleri gibi engelleri ayırt etmek için alttaki lensli gözleri kullandığını ortaya çıkardı. Üstteki lensli gözlerin ne işe yaradığını anlamaları için ise dört yıl daha çabalamaları gerekti. Ellerindeki ilk önemli ipucu, her bir rhopaliumun altında bulunan –denizanası baş aşağı yüzüyor olsa dahi– üst gözlerin her zaman yukarıya bakmasını sağlayan ağırlıktı. Üst göz karanlık bölgeleri algıladığında denizanası yemek için küçük kabuklular bulabileceği bir mangrov örtüsünün altında yüzdüğünü anlıyor. Yalnızca parlak ışık görüyor olması ise ona, açık sulara sapmış ve aç kalma riskiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Bu beyinsiz yumru, gözlerinin yardımıyla yiyecek bulabiliyor, engellerden sakınıyor ve hayatta kalıyor.

Kutu denizanasının gözleri hayvanlar âleminde rastlanan sonsuz göz çeşitliliğinin bir parçası. Bazıları yalnızca siyah–beyaz görürken diğerleri gökkuşağının tüm renklerini ve hatta ötesini, bizim göremediğimiz ışık formlarını algılıyor. Bazıları ışığın hangi yönden geldiğini dahi ölçemezken, diğerleri kilometrelerce ötedeki avı fark edebiliyor. Yabanarısının (Gonatocerus ashmeadi) kafasını süsleyen, hayvanlar âlemindeki en küçük gözler neredeyse amip kadar. Dev mürekkepbalığı türlerinde bulunan, hayvanlar âleminin en büyük gözleri ise servis tabağı büyüklüğünde. Mürekkepbalığının gözleri de bizimkilere benzer şekilde, bir kamera gibi çalışıyor; gözde bulunan tek lens, ışığı fotoreseptörlerle –fotonları soğurup, enerjilerini elektriksel sinyale dönüştüren hücreler– kaplı bir retinanın üzerine odaklıyor. Buna karşın, sineğin her birinde ayrı lens ve fotoreseptörler bulunan birleşik gözleri, gelen ışığı binlerce farklı bölüme ayrıştırıyor. İnsan, sinek ve mürekkepbalığı gözleri, sahiplerinin kafasına çiftler halinde yerleşmiş. Ama deniztarağınınki manto örtüsü boyunca sıralanıyor, denizyıldızlarınınki kollarının uçlarında bulunuyor ve mor denizkestanesinin tüm vücudu büyük bir göz gibi davranıyor. Doğada çift odaklı lensleri olan, ışığı ayna gibi yansıtan veya aynı anda yukarı, aşağı ve yanlara bakabilen gözler de var.


Birleşik gözler, 500 milyon yıl öncesinde yaşanan Kambriyen dönemde büyük bir hızla evrimleşti. Avustralya’da bulunan ve bir eklembacaklıya ait olan 3 bin lense sahip bu göz (sağda) loş ışıkta dahi görebiliyordu. Eric–Dan Nilsson, “O dönemden bu yana yaşanan değişimlerin azlığı hayret verici,” diyor. Nitekim günümüz karasinek türlerinden biri de (Sarcophaga crassipalpis, altta) dünyayı binlerce lensle görüyor.

Böylesi bir çeşitlilik bir anlamda kafa karıştırıcı. Tüm gözler ışığı algılayabiliyor; ışık ise öngörülebilir şekilde davranıyor. Ama kullanım alanları saymakla bitmiyor. Işık günün saatini, suyun derinliğini, gölgenin varlığını açığa çıkarıyor. Düşmanlar, eşler ve sığınaklardan yansıyarak onları aydınlatıyor. Kutu denizanası, ışığı güvenli yerler bulmak için kullanıyor. Siz gözlerinizi çevreyi gözlemlemek, yüz ifadelerini yorumlamak ve bu satırları okumak için kullanıyorsunuz.

Gözlerin üstlendiği görevlerin çeşitliliği, yalnızca doğanın yaratıcılığıyla sınırlı. Onlar, fiziğin değişmezliği ile biyolojinin karmaşasının çakıştığı noktayı temsil ediyorlar. Bilim insanlarının, gözlerin nasıl evrildiğini anlayabilmek için göz yapılarını incelemekten öteye geçmesi, yani Nilsson’ın denizanasıyla yaptığı gibi, hayvanların gözlerini nasıl kullandıklarını anlaması gerekiyor.

Modern hayvan gruplarının pek çoğunun ataları yaklaşık 540 milyon yıl önce Kambriyen patlaması olarak bilinen ani çeşitlenme döneminde sahneye çıktı. Bu öncü yaratıkların birçoğu arkalarında fosiller bıraktı. Söz konusu fosillerin bazıları günümüze o kadar iyi korunmuş halde ulaştı ki, bu sayede uzmanlar fosilleşmiş hayvanların elektron mikroskobu görüntülerini birleştirerek –gözler dahil– anatomilerini ve dünyayı nasıl gördüklerini anlayabilir oldu.
David Liittschwager
YASSI SOLUCAN (Dugesia dorotocephala) Yassı solucan gözleri ışığın yönünü tayin edebilen fotoreseptör hücrelerin oluşturduğu küçük çanaklardan oluşuyor. Solucanlar kendilerine uygun –güneşten uzakta– bir yaşam alanı bulabilmek için buna gereksinim duyuyor.
David Liittschwager
Köln Üniversitesi’nden Brigitte Schoenemann, “Öylesine şaşırtıcı ki,” diyor, “gözlerin kaç tane foton yakalayabildiklerini bile hesaplayabiliyoruz.”

Ancak, inceledikleri bu gözler zaten karmaşık yapıya sahip ve daha basit öncüllerine dair bir iz taşımıyorlar. Diğer bir ifadeyle, fosil kayıtları bize görme yetisi olmayan hayvanların dünyayı görmeye nasıl başladıklarıyla ilgili hiçbir şey söyleyemiyor. Nitekim bu gizem Charles Darwin’i de heyecanlandırmış ve Darwin, Türlerin Kökeni’nde, “Bu taklit edilemez düzeneğine karşın, gözün … doğal seçilimle oluştuğunu düşünmek, itiraf etmek isterim ki, saçmalığın olabilecek en yüksek kademesidir,” diye yazmıştı.

Yaratılışçılar bu alıntıyı, Darwin’in kendi teorisinden kuşkulandığı bu noktada sonlandırır. Ancak, hemen ardından gelen cümlede Darwin kendi çelişkisine son noktayı koyar: “Yine de mantığım bana, mükemmel ve karmaşık yapılı gözlerden, eksikleri olan basit gözlere kadar, sahiplerine yarar sağlayabilen çeşitli gelişmişlik derecelerinin varlığı dikkate alındığında … mükemmel ve karmaşık yapılı bir gözün, bizlerin hayal gücüne sığmasa da, doğal seçilimle meydana geldiğine inanmanın gerçek anlamda zor olmadığını söylüyor.”




Bütün gözler eşit değildir –aynı hayvana ait olsalar dahi. Bir mürekkepbalığının (Histioteuthis heteropsis) yukarı bakan sol gözü (üstte görülüyor), yukarıdan gelen ışık sayesinde avları fark etmekte daha başarılı olan sağ gözün iki katı büyüklüğünde. Mürekkepbalığının küçük olan gözü (fotoğrafta görünmüyor) aşağıdaki karanlığa doğru bakarak, ışıldayan av ve avcıları gözlüyor.

Darwin’in söz ettiği dereceli değişimin varlığı kanıtlanabilir. Solucanların ışığa duyarlı ilkel dokularından, kartalların kameralarla yarışabilecek keskin gözlerine kadar, mümkün olan tüm gelişmişlik dereceleri dünya üzerindeki hayvanlarda gözlemlenebilir. Nilsson, ilkel gözlerin şaşırtıcı ölçüde kısa bir sürede, gelişmiş gözlere evrilebileceğini de kanıtlamış durumda.

Bunun için, pigmentli ve ışığa duyarlı olan küçük, yassı bir doku parçasıyla bir simülasyon oluşturmuş. Her bir yıllık nesille birlikte doku parçası kalınlaşmaya başlamış, yavaşça kıvrılarak yassı bir tabakadan çanağa dönüşmüş. Daha sonra da, giderek gelişen kabataslak bir lens haline gelmiş. Nesilden nesle sadece yüzde 0,005 oranında geliştiği en kötümser koşullarda dahi gözün, basit bir tabakadan kamera gibi, tümüyle işlevsel bir organ haline gelmesi yalnızca 364 bin yıl sürüyor. Evrim açısından değerlendirildiğinde bu süre, göz açıp kapamakla eşdeğer.

Ancak basit gözler karmaşıklık yolunda birer sıçrama tahtası olarak görülmemeli. Günümüzde de varlığını sürdüren ilkel gözler, kullanıcılarının gereksinimlerine göre tasarlanmış. Denizyıldızının –her bir kolun ucunda bulunan– gözleri renkler, ince ayrıntılar ya da hızlı hareket eden nesneleri göremiyor (bu tür bir göz örneğin bir kartalın doğruca ağaca toslamasına yol açardı). Kaldı ki denizyıldızının, koşuşturmakta olan bir tavşanı görüp yakalaması da gerekmiyor. Yegâne gereksinimi, yuva olarak kullandığı mercan resiflerini –devasa, hareketsiz yapılar– görmek ve yavaşça salınarak evine gitmek. Diğer bir ifadeyle, bir kartalın gözünü denizyıldızına takmak, gülünç ve abartılı bir uğraş olmaktan öte bir anlam taşımıyor.


Doğadaki en büyük gözler, en büyük mürekkepbalığı türlerine ait. Dev mürekkepbalığının (Architeuthis dux) gözü (sağda) tam 17 cm çapındayken, diğerlerinin 30 cm’ye kadar çıktığı biliniyor. Bu gözler olasılıkla hayvanın, hızla ileri atılan ispermeçet balinası –mürekkepbalığının baş düşmanı– tarafından rahatsız edilen parlak planktonların ışıltılarını fark etmesini sağlıyor.
Nilsson, “Gözler zayıftan kusursuza doğru evrimleşmedi,” diyor. “Birkaç basit görevi kusursuzca yerine getiren yapılardan, birçok karmaşık görevi kusursuzca yerine getiren yapılara doğru evrim geçirdiler.”

Birkaç yıl önce Nilsson gözün evrimini fiziksel yapılar yerine, bu yapıların hayvanlara sağladığı olanaklarla oluşturulmuş dört aşamada gösteren bir modelle bu saptamayı taçlandırdı. İlk aşama, ortam ışığının yoğunluğunu algılamak, günün saatlerini anlamak veya suyun derinliğini ölçmekle ilgili. Bunlar için gerçek bir göze gereksinim duymazsınız; izole edilmiş bir fotoreseptör işinizi görür. Örneğin, denizanasının küçük bir akrabası olan hidranın gözleri yoktur, fakat vücudunda fotoreseptörler bulunur.

Kaliforniya Üniversitesi’nden Todd Oakley ve David Plachetzki bu reseptörlerin hidranın yakıcı hücrelerini kontrol ettiklerini, böylece hücrelerin karanlıkta daha kolay bir şekilde devreye girdiklerini kanıtladı. Belki de bu özellik hidranın yanından geçen kurbanların gölgelerine tepki vermesine veya yakıcı hücrelerinin enerjisini avların daha sık rastlandığı gece vaktine dek rezerve etmesine olanak tanıyor olabilir.


Peygamberdevesi karidesi, (Odontodactylus scyllarus) hayret verici sayıda renk alıcısına sahip –insanlardaki üç tür alıcıya karşılık, tam on iki tane. Gözler ayrıca birbirlerinden bağımsız olarak hareket ediyor, yine bağımsız olarak derinliği algılıyor ve kızılötesi ile morötesi ışığı görebiliyor.

Nilsson’ın modelinin ikinci aşamasında hayvanlar ışığın nereden geldiğini anlayabilir, çünkü fotoreseptörleri belirli yönlerden gelen ışığı engelleyen bir kalkan –genellikle koyu renkli bir pigment– kazanır. Bu tür bir reseptör, sahibine dünyanın tek pikselli bir görüntüsünü sunar –bu, gerçek bir görüş olarak nitelemek için yetersiz, fakat bir ışık kaynağına doğru hareket etmek veya ışıktan uzağa, gölgeli bir sığınağa yüzmelerini sağlamak için yeterlidir. Birçok deniz larvasının yaptığı şey de tam olarak budur.

Üçüncü aşamada, kalkanlı fotoreseptörler kümelenerek, her biri kısmen farklı yönlere bakan gruplar oluşturur. Artık gözlerin sahipleri farklı yönlerden gelen ışığa dair bilgileri toplayarak, içinde yaşadıkları ortamı algılayabilir, bulanık da olsa etrafı görebilir. Bu aşama, ışığı algılamanın doğru düzgün bir görüş yetisi, fotoreseptör demetlerinin ise birer “gerçek göz” haline geldiği noktaya işaret eder. Üçüncü aşama gözleri olan hayvanlar, aynen denizyıldızları gibi, kendilerine uygun yuvalar bulabilir ya da kutu denizanaları gibi, engellerden sakınabilir.

Dördüncü aşamaya gelindiğinde gözlerin –ve sahiplerinin– evrimi gerçek bir sıçrama yapar. Göz yapısına ışığı odaklayan lenslerin eklenmesiyle birlikte görüş, keskin ve ayrıntılı bir hal alır. Nilsson, “Dördüncü aşamaya geldiğinizde, görev listesinin sonu yoktur,” diyor. Görüş yetisindeki bu esneklik, Kambriyen patlamasına yol açan kıvılcımlardan biri olabilir.

Bu yaklaşıma göre, avcılar ve avları arasında daha önce koklama, tatma ve yakın menzilde hissetmeyle sınırlı olan rekabet bu sayede birdenbire uzak mesafelere taşındı. Bir silahlanma yarışı başladı ve hayvanlar bu duruma, vücut büyüklüğü ve hareket yetilerini artırarak; koruyucu kalkanlar, dikenler ve zırhlar geliştirerek karşılık verdi.

Hayvanlar evrim geçirirken, gözleri de evrimleşti. Günümüzde rastlanan temel görme yapılarının tümü Kambriyen sırasında da vardı. Ancak bu yapılar süreç içinde, özelleşmiş görevleri yerine getirmek üzere ortaya çıkan, olağanüstü çeşitlilikte ayrıntılarla donandı.
kaynak:nat geo

Ed Yong
David Liittschwager

Fosil Yakıtların Ucuzluğuna Rağmen Güneş ve Rüzgâr Enerjisi Gelişiyor


Fosil Yakıtların Ucuzluğuna Rağmen Güneş ve Rüzgâr Enerjisi Gelişiyor
Danimarka’nın Samso Adası’nda rüzgâr türbinleri buranın sakinlerine enerji sağlıyor. Ada enerjisinin tamamını yenilenebilir kaynaklardan elde ediyor.
Petrol fiyatlarının düşmesi borsaları alt üst etse de, güneş, rüzgâr ve diğer temiz enerji çeşitlerine yönelik yatırımlar devam ediyor.

Fosil yakıt fiyatlarının sürekli düşüşü tüm dünyada etkisini gösteriyor. Ancak temiz enerji piyasasının bu durumdan etkilenmemesi rüzgâr ve güneş enerjisi için yeni bir dönemin habercisi olabilir.

Varili 30 dolara düşen petrol fiyatları –12 yılın en düşük fiyatları– borsaları sarsarak Rusya ve Suudi Arabistan gibi büyük üreticilerin bütçelerini alt üst etti. Doğalgaz fiyatlarının da düşmesiyle birlikte, fosil yakıt şirketlerinin karlarının azalmasına neden oldu. Milyar dolarlık onlarca projeyi askıya alan şirketler, binlerce çalışanı işten çıkarıyor.

Petrol rezervlerine ev sahipliği yapan Teksas’ta bir zamanlar işçileri barındıran kalabalık karavan parklarının büyük bölümü şu anda boş.

Peki ya güneş, rüzgâr ve diğer temiz enerji çeşitleri? Gelişiyorlar. Geçtiğimiz yıl bu alanlara yapılan 329 milyar dolarlık rekor düzeyde yatırım, Bloomberg New Energy Finance’ın (BNEF) bu ayki raporuna göre 2004’ün altı katı olmuştu. Rüzgâr ve güneş, aynı zamanda rekor düzeyde bir enerji kapasitesi de sağladı.

Temiz enerji devrimi, benzin pompasında fiyat düşüşüne neden olan ucuz petrole karşı tamamen bağışık değil. Petrol fiyatlarının birçok yerde galon başına 2 doların altında seyrettiği ABD’de, geçtiğimiz sene SUV satışları artarken elektrik ya da petrolle çalışan hibrit araç satışları düştü.

“Etkisi yok diyemeyiz ama henüz önemli bir etkisini görmedik,” diyor BNEF’in genel yayın yönetmeni Angus McCrone. “Temiz enerjinin gerisinde çok büyük bir itici güç var.”

Nedenlerini uzmanlar açıklıyor:

1. Devlet teşvik tedbirleri arttıkça fiyatlar düştü.


Petrol ve gaz birkaç yıl öncesine göre çok ucuz olabilir ama güneş ve rüzgâr enerjisi de ucuz. ABD hükümeti verilerine göre, 2008 yılından bu yana büyük ölçekli güneş enerjisi fiyatları yüzde 60, rüzgâr enerjisi fiyatları yüzde 40 oranında düştü.

Araştırma şirketi HIS Energy’nin yenilenebilir enerji araştırma yöneticisi Ale Klein, güneş ve rüzgâr enerjisinin “birçok ülkede rekabetçi” özellikte olduğunu söylüyor. Genelde ulaşım araçlarında yakıt olarak kullanılan petrol ile değil, elektrik üreten santrallara güç vermekte kullanılan doğalgaz ile rekabet ettiklerini söylüyor.

Deloitte’nin alternatif enerji başkanı Marlene Motyka, doğalgaz fiyatlarının düşmesine rağmen geçtiğimiz yıl güneş ve rüzgâr enerjisinin ABD enerji kapasitesinin yüzde 60’ını oluşturduğunu, bu yıl ise yüzde 70’ini oluşturacağını söylüyor.

Böyle bir rekabet yeni. PwC (PricewaterhouseCoopers olarak da biliniyor) iklim değişikliği ekibi başkanı Jonathan Grant, “Petrol en son bu fiyata satıldığında yenilenebilir enerji maliyetleri çok daha yüksekti,” diye konuşuyor.

Finansal açıdan daha da gelişme göstermeleri muhtemel. ”Başta güneş enerjisi olmak üzere yenilenebilir enerjinin maliyetinde ve verimliliğinde önemli gelişmeler meydana gelmesi sadece olanaklı değil aynı zamanda muhtemel,” diye yazıyor McKinsey&Company’nin Houston bürosu müdürü Sott Nyquist. Buna karşılık kömürün, ABD yönetmeliklerinin sıkılaştırılması nedeniyle daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya kaldığını, doğalgazın ise daha şimdiden son derece verimli teknolojiler kullandığını söylüyor.

Güneş ve rüzgâr enerjileri, ABD Kongresi’nin vergi kredilerini beş yıl daha yenilemesiyle Aralık ayında büyük bir destek almış oldu. BNEF, bu sürenin 20 gigavat ek güneş enerjisi sağlayacağını düşünüyor. Bu miktar, ABD’de 2015 öncesi güneş panelleri yoluyla elde edilen toplam miktara eşit geliyor.
2. Kamu politikalarının da etkisiyle talep arttı.
Geçtiğimiz ay Paris’te imzalanan BM iklim anlaşmasında verdikleri sözleri yerine getirmek isteyen ülkeler, dikkatlerini yenilenebilir enerji üzerinde yoğunlaştırıyor. Anlaşma kapsamında ülkeler, petrol, gaz veya kömür yakıldığında ortaya çıkan karbon dioksiti ve diğer sera gazlarını azaltmayı kabul ettiler.

Hindistan gibi bazı ülkeler ise yenilenebilir enerjiyi yoğun hava kirliliğini azaltma yolu olarak görüyor. Çin, en çok kirlilik yaratan fosil yakıt olan kömür kullanımını ucuzluğuna rağmen azaltıyor.

Çoğu kişinin elektrik şebekesine erişimi bulunmayan Afrika’nın gelişmekte olan ülkeleri, güneş enerjisi projelerini daha hızlı ve ucuz elektrik sağlama yöntemi olarak inceliyorlar. Zengin ülkeler ise, Sandy Kasırgası gibi fırtınalarda elektrik şebekesi çöktüğünde ışık sağlayacak mikro şebekeler yaratmak için güneş enerjisine baş vuruyor.

Eyaletler ve yerel hükümetler de düşük karbonlu ya da karbon içermeyen enerji alternatiflerine başvuruyor. ABD’de onlarca eyalet elektriğin belli bir miktarının bunlardan elde edilmesini şart koşuyor. New York Valisi Andrew Cuomo geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, eyaletin temiz enerjiyi teşvik etmek için on yıl boyunca 5 milyar dolar harcayacağını bildirdi. Hawaii 2045 yılına kadar enerjisinin tamamını yenilenebilir enerjiden elde edeceğini vaat etti. Vermont 2032’ye kadar yüzde 75, Kaliforniya ise 2030’a kadar yüzde 50 sözü verdi.

3. Kurumların ve yatırımcıların desteği güçlü.
Şirketler de benzer sözler veriyor. İngiltere merkezli kar amacı gütmeyen Influence Map tarafından bu ay yayımlanan rapor, Paris iklim zirvesinin kurumsal destek açısından bir “devrilme noktası” yarattığını söylüyor. Rapora göre dünyanın en büyük şirketlerinin yarısından fazlası ısıyı hapsedici salımları kesmek için atılan adımları, üçte biri ise kömürün bedelinin saptanmasını destekliyor.

“Kurumsal taraf kalıcı. Şirketlerin geri adım atacağını düşünmüyorum,” diyor. Deloitte’den Motyka. Deloitte tarafından yapılan yeni bir analizde, şirketlerin yüzde 55’inden fazlası elektriklerinin bir kısmını kendileri ürettiklerini ve bu enerjinin yüzde 13’ünün güneş panelleri ve rüzgâr türbinlerinden elde edildiğini bildiriyor.

Yenilenebilir enerji sermaye çekiyor. Goldman Sachs tarafından yapılan yeni bir araştırma, düşük karbon teknolojisinin toplam piyasasının –rüzgâr, güneş, LED, hibrit ve elektrikli arabalar dahil- 600 milyar doları geçtiğini ortaya koyuyor ki bu da aşağı yukarı ABD savunma bütçesine denk geliyor.

Yatırımların artması bekleniyor. Çin ve Hindistan gibi petrol ithal eden bazı ülkeler, fiyatların düşük seyretmesi nedeniyle ellerinde kalan parayı yenilenebilir enerjiye yatırım yapmak için kullanabilecekler. Hatta bazı petrol ihraç eden ülkeler bile güneş enerjisine yatırım yapıyor. Suudi Arabistan, Rusya, İran ve Kuveyt ülke içinde fosil yakıt kullanımını düşürmeyi ve böylece petrol ihracatından elde edilen karı maksimuma çıkarmayı hedefliyor.

“Fosil yakıtlar önümüzdeki onyıllarda var olmaya devam edecek ama payları düşecek,” diyor PwC’den Grant. Petrolün çok önemli olduğu ulaştırma sektöründe dahi elektrikli araçların sonuçta yaygınlaşacağını düşünüyor ama fiyat nedeniyle değil.

Tüketiciler bunları daha “cazip” bulacak diyerek, özel park alanları ve birden fazla yolcu taşıyan araçlara ayrılmış şerit kullanımı gibi elektrikli araç avantajlarına dikkat çekiyor. Bunun yanı sıra bu araçların şoförsüz sürüm ve süper teknoloji ürünü birçok özellik de vaat ettiğini söylüyor: “Çok daha 'cool' araçlar bunlar.”
kaynak:
Wendy Koch
Andrew Henderson, National Geographic Creative

Türkiye'den uzay teknolojilerinde yeni adım


cern.jpg

Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) desteği ile Türkiye'de uzay radyasyon testlerinin yapılabileceği bir laboratuvar kurulacak.


Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bilge Demirköz, yaptığı açıklamada, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) ortaklığı ile Türkiye'de uzay teknolojilerinde yeni bir adım atacaklarını söyledi.
ODTÜ Saçılmalı Demet Hattı projesi için, Yer Gözlem Uydu Teknolojilerinin Geliştirilmesi Projesi (İMECE) kapsamında Kalkınma Bakanlığı’ndan Ağustos 2015’te 5,5 milyon TL destek alındı. 
Bu proje ile yine Kalkınma Bakanlığı’nın desteğiyle Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun Sarayköy Nükleer Eğitim ve Araştırmalar Merkezi’ndeki Proton Hızlandırıcı Tesisi içinde yer alan ArGe odasında yeni bir demet hattı düzenlemesi yapılarak yurt içi altyapı geliştirilecek ve test yeteneği kazanılacak.
"İLK TESTLER GÜNEŞ HÜCRELERİNE YAPILACAK" 
Bu kapsamda, uzay radyasyon testlerinin yapılabileceği bir laboratuvar kurulumu projesine başlanıldığını belirten Demirköz, söz konusu laboratuvar ile uzay projelerine yurt dışı bağımlılığının azalacağını vurguladı.  Bilge Demirköz, laboratuvarın tamamlanmasının ardından ilk testlerin güneş hücrelerine yapılacağını bildirdi.
Proje ile 2,5 yıl sonunda bu radyasyon testlerinin öncelikle İMECE kapsamında uzay için TÜBİTAK MAM Malzeme Enstitüsü tarafından geliştirilen güneş hücrelerinin, TÜBİTAK MAM Enerji Enstitüsü tarafından geliştirilen bataryaların uzay radyasyon testleri de gerçekleştirilecek. Ülkemizde uzay için geliştirilmekte olan elektronik tüm devrelerin uzay radyasyonu dayanıklılık testleri de yapılabilecek. Radyasyon dozimetresi geliştirilmesine yönelik kavramsal çalışmalar yapılacak.”
ODTÜ’de bu proje ile uzay radyasyonu alanında uzmanlaşmış insan kaynağı da yetiştirileceğinin altını çizen Bilge Demirköz, projede 1 doktora sonrası araştırmacı, 2 doktora ve 2 yüksek lisans öğrencisi, 1 proje uzmanı, 1 mühendis ve 3 teknisyenin çalıştığını ve ekibin proje süresince büyümesinin planlandığını da sözlerine ekledi.
KAYNAK:NTV

Küresel Isınma'nın etkileri sanılandan daha büyük


küresel-ısınma.jpg

ABD'de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, küresel ısınmanın deniz seviyesi üzerindeki etkileri sanılandan daha büyük.


Sonuçları Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'ne bağlı PNAS dergisinde yer alan araştırmaya göre, küresel ısınmanın deniz seviyesinin yükselmesine olan etkisi şimdiye kadar tahmin edilen oranın iki katı dolayında.
Araştırmada, araştırmacıların şu ana kadar suyun ısınması sebebiyle deniz seviyesinin yılda 0,7 ila 1 mm. dolayında yükseldiğini tahmin ettiği belirtildi.
Ancak 2002-2014 yıllarını kapsayan araştırmada, suyun ısınmasının yılda deniz seviyesinin yaklaşık olarak 1,4 mm. yükselmesine neden olduğu tespit edildi. Araştırmanın yazarlarından Bonn Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Jürgen Kusche, suyun ısınması sonucu denizlerin yükselmesinin şimdiye kadar 'yeterince dikkate alınmadığını' söyledi. Araştırmada, bunun sonucu olarak fırtınaların artabileceğine dikkat çekildi.
Buzulların erimesiyle deniz seviyesinin yükselmesi de hesaba katıldığında, deniz seviyesinin yılda ortalama 2,74 mm. yükseldiği belirtiliyor. Dünyanın farklı bölgelerinde ise bu miktarın farklı olduğuna dikkat çekiliyor. Örneği Filipinler'de ortalamanın beş kartı oranında bir yükselme meydana gelirken, ABD'nin Batı sahillerinde ise deniz seviyesinin aynı kaldığı ifade ediliyor.
kaynak: DW Türkiye

Geometriyi ilk Babilliler kullandı


Geometri.jpg

Science dergisinde yayımlanan bir araştırma, Babillerin, geceleri gökyüzünde Jüpiter'in hareketlerini izlemek için geometriden faydalandıklarını ortaya koydu.

Mezopotomya'da yaşayan eski bir uygarlık olan Babillilerin, matematiğin bir branşı olan geometriyi ilk kullanan topluluk olduğu ifade edildi.
Sonuçları Science dergisinde yayımlanan bir araştırma, Babillerin, geceleri gökyüzünde Jüpiter'in hareketlerini izlemek için geometri biliminden faydalandıklarını ortaya koydu.
Berlin Humboldt Üniversitesi'nden Profesör Mathieu Ossendrijver, BBC'ye yaptığı açıklamada, araştırmaları sırasında bu veriye ulaşmayı tahmin etmediklerini söyledi.
Ossendrijver, araştırma çerçevesinde, şu anda British Museum'da bulunan ve 19. yüzyılda yapılan kazılarda ortaya çıkartılan 5 Babil tabletinin incelediğini, tabletlerde Jüpiter'in gece gökyüzünde ne zaman görüneceğini, aynı zamanda hızını ve uzaklığını hesaplamak için ikizkenar yamuk olarak adlandırılan dört kenarlı şekiller kullanıldığının belirlendiğini kaydetti.
Profesör Ossendrijver, astronomide olduğu kadar matematikte gelişmiş bir uygarlık olduğu anlaşılan Babillerin bu tekniği ne kadar yaygın kullandıklarının ise bilinmediğini belirtti.
Karmaşık geometrinin, daha önce ilk kez Orta Çağ'da Oxford ve Paris'te kullanıldığı düşünülüyordu. Bilim adamlarının yeni keşfi, bu bilim dalından, sanılandan bin 400 yıl önce faydalanıldığını ortaya koydu.

kaynak: Anadolu Ajansı